Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde evrende atomlar varmış. Evren nasıl mı olmuş? Atomlarla olmuş. Atomlar nasıl olmuş? Olmuş işte.
Neyse bu atomlar varmış, hep varmış! Bir vâr edici olmadan varmışmış!
Bu atomlar “bir şeyler yapalım, böyle olmuyor” diye çok düşünmüşler aralarında. Bir aksiyon oluşturmak için bir araya gelmiş ve Voltran’ı oluşturmaya karar vermişler.
Hepsi bir araya gelmiş, gelince olağan üstü bir büyüklüğe ulaşmışlar.
Sonra bazı atomların zamanla bu birliktelikten canı sıkılmış, gruptan ayrılmış ve deli dana gibi dönmeye başlamışlar.
Diğer atomlar da “bu harika bir şey diyerek” onlar da dönmeye başlamışlar. Başları döndükçe galaksiler oluşmaya başlamış. Derken bunlardan bazıları döne döne öyle bir ısınmış ki, güneşler, güneşlerden kopanlar gezegenleri oluşturmuş. Bunlardan biri de Dünya imiş. Ne olmuşsa olmuş bu Dünyanın dağları, atmosferi, okyanusları, yerçekimi daha neler neleri oluşmuş. Kendi kendine olmuş, tesadüfler yapmış, pardon evrim yapmış! Sonra bu dünyanın sularında bir hücre ortaya çıkmış. Hani kitap yazılsa binlerce cilt kitap yazılacak hücrelerden biri. İşte o da sağ olsun evrim sayesinde ortaya çıkmış ve ilk hayat emaresi kendini göstermiş. “Bu hücre için küçük, evrim için büyük bir adımmış.” Bu balığa benzeyen hücre önce sudaymış, orada iyice semizlendikten sonra, “bütün hayatımız bu suda mı geçecek” diye düşünüp dururmuş.
Sonra “boğulursak büyük suda boğulalım” diye içinden geçmiş ama bu hiç aklına yatmamış, “zaten hep buradayız kardeşim” demiş ve kendini karaya atmış. Orda çok zorlanmış, nefes darlığı çekmeye başlamış ara bir “Pırt pırt” dedikçe ondan bir takım organlar çıkmaya başlamış. Bu ona çok ilginç gelmiş. Bir daha ıkınmış, derken yeni özellikleri oluşmuş. Tabi bir anda olmamış evrimi, baya baya yıllar geçmiş. Sonra ya “biz bu hayata hep balık olmak için mi geldik biraz aksiyon lazım” diyerek pırt pırt diye ses çıkarmaya devam etmiş. Arkasından ayakları ve kolları çıkmış, zamanla kertenkele gibi bir şeylere benzemiş. Sonra biraz daha ıkınınca kanatları çıkmış uçmaya da başlamış… “Ya bu çok güzel bir şey, değişmeyen tek şey değişim” diyerek felsefeye de merak sarmış.
Bu arada hayatın monoton geçmesi onun çok canını sıkıyormuş. “Bana bir eş lazım, geçmiyor yıllar” diye milyonlarca yılı efkârlı evrimlerle geçmiş. Derken karşısına kendi gibi bir eş çıka gelmiş. O da yaşadığı evrimi anlatmış. Anlatınca “vay arkadaş beterin beteri varmış senin evrimin baya zor olmuş ama iyi olmuş ben de bir eş arıyordum, yoksa soy ismimizi taşıyacak kimse olmayacak, unutulup gidecektik diye düşünürken karşıma sen çıktın” diye çok sevindirik olmuş.
Böylelikle neslinin çoğalacağına çok mutlu olmuş. Derken aradan milyarlarca yıl geçince bu evrimler öyle bir hâl almış ki; Uçanlar, yürüyenler, sürünenler, otçullar, etçiller… oluşmuş da oluşmuş. Çok geniş bir aile olmuşlar. “Bu kadar uğraştık, evrildik, içimizdeki evrilenler içinden en akıllısını, en zekisini ortaya çıkaralım da tam olsun bari” demişler. Çok uğraşmışlar ama ilk etapta çok eksikleriyle beraber adına maymun dedikleri bir tür ortaya çıkarmışlar. Bakmışlar “bu bizim istediğimiz değil” demişler ve beklemeye koyulmuşlar. Bekle bekle olmuyormuş. Hadi hep bir ağızdan son bir ıkınalım demişler. Derken, derken 11 Milyar 358 Milyon sene sonra bu çabaları netice vermiş ve insan ortaya çıkmış.
Fakat bazı şeyler ters gitmiş, ilk etapla bir parmağı varmış bu insanın, kafatası da çok zayıfmış. Zamanla beynini korumak için kafatasına olan ihtiyaçtan dolayı kafasında sert kemikler oluşmaya başlamış. Diğer kemikleri sormayın… İlk etapta kafa hiç çalışmıyormuş, sonra geçim derdi ile zekâları gelişmeye başlamış. Ayrıca kavramak için, biraz daha parmağa ihtiyacı olunca ilk önce parmak sayısı ikiye çıkmış en son dört parmağı olmuş.
Ancak başparmak olmayınca olmuyormuş, işte bunu da anlayınca başparmak da ortaya çıkmış. Altıncı parmağı da düşünmemişler değil, fakat “kanaatkâr olmak iyidir bunu bulamayanlar var” demiş evrim. Gözünün biri ilk etapta göbekteymiş, zamanla diğer gözünün yanına gelmiş, çok güzel bir senkronizasyon oluşturmuşlar. Sonra evrim demiş ki; “Yahu bize bu evrimde hiç estetik, hiç sanat yok” demesinler diye, evirdiği bütün türlerin üzerinde sanat eseri tasvirler, resimler yapmış.
Simetrik olmuş tüm evrilenler. Görenlere “Maşaallah, Barakallah” dedirtiyormuş! Bu arada vücut organları nasıl oluşmuş kısmına hiç yer vermedik. Öyle ya her şey ıkınınca olmuyor, acıkınca da oluyor. Bunlar acıktıkça mideleri ve bağırsakları oluşmuş. Bazı atomlar da alyuvar ve akyuvarlara dönüşmüş, Gerisini siz hayal edin artık.
Her şey yerli yerinde olunca baş evrimci; “artık çok yorulduk, evril evril nereye kadar kardeşim, bu kadar tür yeter ben bile sayısını bilemiyorum” demiş. Çünkü bir milyon tür civarına gelmişler. “ne haliniz varsa görün” demiş evrim ve evrim bitmiş. Ancak son bir isyan çıkmış, “maymunlar biz niye evrilip insan olmadık” deseler de, bu isyan bastırılmış ve onlar da öyle kalınca, “Şimdiki maymunlar niçin insan olmuyor?” sorusunun cevabı da ortaya çıkmış olmuş.
Evet, kısaca evrim tarihini anlatmaya çalıştım.
Umarım yardımcı olmuşumdur.
İyi de “Bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız, bir yazı onu yazansız, bir fiil fâilsiz, bir yaş pasta onu yapansız, bir ilaç kimyagersiz, bir resim, ressamsız” olamaz mı diyorsunuz?
Trilyon sene geçse evrilerek bir helva olmaz, bir şey aynı anda hem sanat hem sanatkâr olamaz mı? Diyorsunuz!
Onu bana sormayın, şu büyük evrime sorun!
“Balta” onun elinde!
Teşekkürler hocam