Yaşadığımız dönemde 2007’li yılların sonrasında literatürümüze giren bir kavram oldu mahalle baskısı.
Bir sosyal varlık olan insanın, etkileşim içinde olduğu kesim, ortam ve yaşam alanı içinde kendisinden beklenen davranışları ya da beklenilmeyen davranışlara karşı gösterilen reaksiyonlar, tavır ve tutumlar olarak tarif edebiliriz.
İçinde baskı geçtiği için görünüşte olumsuz gibi bir anlam da içermiyor değil. Zîra insanoğlu baskıdan çok hoşlanmıyor. Lâkin bu kavrama, bıçak aleti gibi bakabiliriz. Onu kan akıtmaya da vesile edebilirsiniz, ev, mutfak işlerinizde kullanılan hayırlı bir araç olarak da kullanabilirsiniz.
Mahalle baskısı eğer hayırdan, hüdâdan gelirse güzeldir. Yok, eğer hevâdan, milli, mânevi değerlerimize uymayan kimi âdetlerden, dünya görüşünden ve kimi ideolojilerden gelirse kötü olsa gerek.
Bir Müslüman için hüdanın ölçüsü; elbette Peygamberinin (sav.) ölçüleridir.
Hevânın, yani şeytani arzu ve isteklerin ölçüleri, aslında ölçüsüzlükleri ise; insana kötülüğü emreden kendi nefs-i emaresidir, şeytandır ve bulunduğu zaman zarfının taklitçilik içeren çağdaşlık, asrilik olarak ön plana çıkardığı yaşam tarzıdır.
İnsanoğlu dağın başında yalnız yaşasa bile yine bir çeşit baskıya maruzdur. Çünkü onun nefsi ve şeytanı onu orada da yalnız bırakmaz.
Günümüze gelirsek, bu zamanın baskıları maalesef insanı sadece dünya hayatına yöneltecek şeklindedir.
Biz buna ister baskı diyelim, ister davet. İnsanın nefsi, kötü arkadaş, çevre, medya, dünyanın sûri, dış güzelliği, insanın peşin lezzete olan düşkünlüğü vs.yi buna örnek olarak gösterebiliriz.
İşte bütün bunların yanında bir de, âhir zaman insanıyız ki, bu zaten başlı başına tüm zamanların en büyük imtihanı sayılabilecek bir zaman dilimini de ifâde ediyor ki, baskının, tazyiklerin had safhaya ulaştığı bir dönemdir.
Çünkü Deccal’ın yani ahir zamanda çıkan en büyük saptırıcının ve insanları yalancı cennetle (dünya ile) aldatıp akın akın cehenneme girmesine sebep olan insan-insanlar bu dönemde ortaya çıkıyor ki, yaşadığımız zaman dilimine ve biraz geçmişe kimi hassasiyetlerle bakılırsa, deccallardan hâli olmadığımız ortaya çıkacak.
Sabah evinden Müslüman olarak çıkan birinin evine kâfir olarak geldiği, evine Müslüman olarak gelen bir kimsenin ise, kâfir olarak sabahlayacağı bir zamandan bahsediyor bu dinin Peygamberi (sav.) bu zamanı yaşadığımız âşikâr olsa gerek.
İşte böyle bir zamanda dinini, İslam’ın emir ve yasaklarını yaşamak da yine Hadis-i Şerif’çe elde kor ateş tutmaya benzetilmiştir.
İnsan kötü bir şeyi ilk olarak kendi içinden, vicdanından, kişiliğinden, imanından, ailevi değerlerinden gelen bir sâikle terk eder İkinci olarak da, toplum tarafından ayıplanmaktan, onun kimi müeyyidelerinden çekinir.
Şimdi, kendi vicdanını ve kimi değerlerini nefsin ve şeytanın iğvasıyla kaybeden ve buna mağlup olarak kimi kötülükleri yapan bir kimse, eğer toplum tarafından da ayıplanmaz, yani evet “Mahalle Baskısına”, günümüzün gündeminin attığı yerlerden olan, sosyal medya baskısına girmezse bunu daha rahat yapar. Bir yerden sonra artık toplum tarafından kanıksanmaya ve normal görülmeye başlar.
Bir kötülük karşısında, şartlara, konuma, yetkiye göre; el ile, dil ile olan karşı gelmenin yanında eğer buna güç yetirilmiyorsa “buğz etmek” kalben onu kerih, çirkin, kötü görmek gerekirken. Bunda da gösterilen zaaf neticesinde toplumca sıradan görülen çirkin şeyler zamanla her insanı, aileyi ve toplumu tehdit etmeye başlar. Yaşadığımız zaman zarfı bunun şâhididir.
Cenâb-ı Hak kelamında “Ey İman edenler siz kendinize bakın! Hidâyete erdiğiniz takdirde, dalâlete düşenler size zarar vermez. (Maide – 105) buyurmaktadır.
Bu noktada bize düşen, bütün olumsuz baskılara; başta kendi nefsimizin baskısına karşı, imandan gelen bir güçle karşı koymaktır. Zira imtihan dünyasındayız ve ebedi hayatı, cenneti kaybetmek söz konusu.
Müslüman yaşadığı zaman diliminde kendi İslâmi hayat tarzını küçümseyen, hor gören ya da “bu zamanda vs” diyerek aşağılayan kimselere karşı bir zillet, bir aşağılık duygusu duymaz ve duymamalı.
Zira Rabbimiz bize “Gevşemeyiniz, umutsuzluğa kapılamayınız. Eğer mü’minseniz üstün gelecek olanlar sizlersiniz” (Ali İmran – 139) buyurmaktadır.
Bu üstünlük kof bir gurur değildir. Bu imandan gelen bir izzettir.
Bu helal ve haram hassasiyetinden dolayı iftihâr etmek, şeref duymaktır.
Evet, bu üstünlük duygusu ne kuvvetçe zayıflığa, sayıca azlığa ve malca fakirliğe rağmen; kuvvete, sayı çokluğuna ve zenginliğe dayanarak kapılan bir üstünlük duygusu değildir.
Bulunan ortamlarda kimi baskı gruplarına, kimi gelenek göreneklere, batıl olan hayat tarzına boyun eğmeyerek imandan gelen bir üstünlük duygusudur bu. Çünkü üstün olan imandır, İslâmiyet’tir.
Bu kendisini alaya alanlara, gerici diyenlere karşı, onları hor hakir görmek değil, yerine göre onlara acımaktır. Doktorun hastaya bakışı gibidir.
Üstün olan mü’mindir. Çünkü onun değer yargılarını Rabbi belirler, toplum, zaman, çevre, medya, akraba vs. çevresi değil.
Topluma, onun geçerli sayılan birçok câhili âdet ve anlayışlarına, yaygın gelenek ve yaşam tarzlarına mukavemet etmek için elbette sağlam bir itikâta ve güzel bir çevreye ihtiyaç vardır. Çünkü bu zamanda tahkîki îman ile yani îmanını delilleriyle birlikte bilip neyi niçin yaptığına, niçin inandığına bilerek delilleriyle iman etmeli ki, ufak bir sallantı da, tenkitte, kınanmada İslami duyarlılığımız kaybedilmesin.
Evet, güç imandadır, ihlastadır.
Bize kabul-ü Rabbani, iltifât-ı Rahmani yeter. Çünkü sahibimiz, varlık sebebimiz Allah’tır. Ve ahirette de ona hesap vereceğiz.
Rabbim kalplerimizi iman ve İslam üzere sâbit kadem eylesin.
Amin.