Peygamberler hariç hiçbir insan hatadan hali olmadığı gibi dokunulmaz da değildir.
İnsana yakışan herkesi kendi kıymet ölçüleri içerisinde değerlendirmek ve hiçbir kimseye bir
kutsiyet atfetmeden makul olarak yapılan eleştirilerden ders çıkarabilmektir. Eskiden üstada
karşı dine mesafeli duran kesimlerden gelen hakaretler günümüzde maalesef kendi
mahallesinden gelmeye başladı. Özellikle bazı gazetelerin köşe başlarını tutan kalemşorların
kaleminden zehir damlıyor âdeta. Televizyonlarda boy gösteren profesör unvanlı bazı
ilahiyatçılar kuruldukları koltuklarında eleştirinin de ötesinde hiçbir manevi kaygı duymadan
ne de rahat konuşabiliyorlar. Üstatla ilgi yapılan tenkitlere/hakaretlere değişik platformlarda
yeterince cevap verildiği kanaatindeyim. Yalnız söylemek istediğim bu tür hocaların dünya
çapında şöhret bulmuş birini eleştirirken ipin ucunun nereye gideceğini ve kimlerin ekmeğine
yağ süreceklerini bir düşünmeleridir. Üstada her ne kadar toplumun büyük bir kesimi
tarafından hüsnü teveccüh gösterilmiş olsa da yine kendisi ilgili eleştirilere bir aydın olarak
cevap vermek mecburiyetindeyiz. Said Nursi’ye getirilen önemli tenkitlerden özellikle de
bazılarının diline pelesenk olmuşları maddeler halinde açıklamaya çalışalım. Önce
ünvanlıyla…
1) “Bediüzzaman” ismine takılanlar.
Şöyle bir anlayış var: ‘Bediüzzaman’ kelime olarak zamanın eşsizi manasına
gelmektedir. Oysa eşsiz ya da benzersiz olan Allah’tır. Bu nedenle bu ismin verilmesini doğru
değildir.” Öncelikle “Bediüzzaman” unvanını ilk kullanan üstat değildir. İmam-ı Rabbani
döneminde yaşayan “Bediüzzaman Hamadani” diye anılan bir zatın daha olduğunu biliyoruz.
Ayrıca Said Nursi bu unvanı kendisine vermiş değildir. Kaynaklar, daha on beş yaşındayken
Siirt’te ki bir hocası tarafından bu ismin verildiğini belirtiyor. Üstat daha çok “Garibüzzaman”
diye anılmayı istemişse de toplum tarafından “Bediüzzaman” namı ile şöhret bulmuştur.
Doğrusu bu unvanın Allah’la ilişkilendirilmesini de anlamış değilim. Zira bizim dilimizde
yapılan güzel bir tablo için mükemmel bir resim, muhteşem bir şiir ya da eşsiz bir adam,
benzersiz bir sanatçı gibi birçok ifadeyi kullanırız. Biz bunları söylerken hiçbirimizin aklının
ucundan Allah’a olan bir vasfı bir başkasına vermek geçmez. Şayet bu mantıkla gidecek
olursak “mükemmel, muhteşem, eşsiz, benzersiz” ve bunlar gibi daha birçok kelimeyi hayatımızdan çıkarmamız gerekir.
2) “Risaleler bana yazdırıldı, kalbime ihtar edildi.” gibi sözleri ne anlama
geliyor?
Tevile muhtaç ifadeleri yorumlarken ihtiyatlı davranmak gerekir. “Risaleler bana
yazdırıldı ya da kalbime ihtar edildi.” Gibi üstadın tamamen mahviyet ve tevazu kokan bu
ifadesini alıp işi kendisini peygamber olarak kabul ettirmesine kadar götürenler var. Oysa
üstat, aşağıdaki paragrafta “Yazdırıldı.” Sözünün ne mana ile söylendiğinin ipucunu
vermektedir. “Benim gibi yarım ümmi bir adam… Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an’ın manevi
mucizesi olarak rahmet-i İlahîye tarafından ihsan edilmiştir.” Eserini kendisine mal
etmemesi hâşâ onu Kur’an gibi görmesi yahut da kendisini peygamber olarak görmesinden
dolayı değildir. Kitaplarını bir ihsanın, bir ikramın ve kalbine gelen bir ilhamın neticesi olarak
görmesindendir. Yalnız zamanımızın insanlarına da hak vermiyor değilim.
“Benim başarım,
benim kitabım, benim eserim, benim sözüm “ diye ortalıkta dolaşan yirmi birinci asrın enesi
kavi olan hocaların üstadın bu inceliğini anlayacaklarını sanmam. Diğer taraftan haşa
kendisini peygamber olarak görüyorsa niçin nübüvvetle alakalalı onlarca yazı yazsın ki?
Bediüzzaman, peygamberimiz için ısrarla eserlerinde onlarca yerde “Hâtemü’l Enbiya” der.
Yani peygamberlerin en sonuncusu.
İşte bir misal, “Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası
olan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Şimdi şu
ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız,
dinlemeliyiz.” 2 Görüldüğü gibi bu kadar kısacık cümlede iki defa son peygamber diye
söyleyen birisi nasıl oluyor da kendisini ondan sonra gelen bir peygamber olarak telakki
edebiliyor. Hâşâ yüz bin defa hâşâ…
Bu iftirayı şeytan bile atmaktan utanır. Kaldı ki geçmişte
ya da günümüzde kendisini peygamber olarak görenlerin, ya da kendisine farklı bir paye
verenlerin ümmetin nazarında nasıl bir maskaraya dönüştüklerini, tarih sahnesinden nasıl da
çekilip gittiklerini sanırım hepimiz biliyoruz. Bu mevzuda mantıken eleştirinin gittiği bir
nokta ise şudur. Şayet üstat kendisini peygamber kabul ediyorsa ya da Risale-i Nurlar Allah
tarafından yazdırılmışsa o halde Risale-i Nurun Kur’an’ın yerine geçtiği sonucu doğar. Oysa
Said Nursi’nin eserlerinin hiçbir yerinde risalelerin Kur’an’ın yerine geçtiğine dair en ufak bir
işaret bulamazsanız.
Aksine Kur’an’la ilgili risalelerde birçok izaha rastlamak mümkün. İşte
Kuranı tarif ettiği bir misal : “Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyât-ı
tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi ve şu âlem-i gayb ve şehadet
kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı ve
sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftah ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve
şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i
Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin
güneşi, temeli, hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve Zât ve sıfât ve esmâ
ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı ve şu âlem-i
insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası ve nev-i beşerin
hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi ve insana hem bir
kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir
kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün
hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı
mukaddestir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve
ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve
herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir
kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.”
Mesele vahiy ile ilham arasındaki inceliği kavrayamamak… Rabbimiz arıya da ilham eder,
bilim adamına da, sanatkâra da, şaire de, bestekâra da… Hatta sıradan insanlara bile… Bir işte
yoğunlaşmış insanların kalbine sünühat nev’inden bazen manalar, fikirler, feyizler gelebilir.
Peygamberimiz: “Önceki ümmetler arasında, muhaddesun (kendilerine ilham olunanlar)
vardı. Eğer benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer’dir.”
Efendimiz döneminde Hazreti Ömer’in ilhama mazhar olması gibi her devirde de ilhama
mazhar olan insanlar olacaktır. Yalnız vahiy peygamberlere has bir özellik iken ilham herkes
için olabilir. Vahiy ile ilham arasındaki ince bir noktalardan birisi de vahyin bağlayıcı
olmasıdır. Zira melek vasıtasıyla gelir. Parlaktır, nettir. İlham da akıl, hissiyat ve diğer letaifi
duygular karıştığı için gölgeli, bulutlu olabilir. Herkesi bağlayan bir mecburiyet söz konusu
değildir.
3) Üstada ırkçılık isnat edenler
Evvela ifade etmemiz gerekir ki üstat ne Türkçülük yapmıştır, ne de Kürtçülük… Irkçılık
hastalığının yanından bile geçmemiştir. Tarihi kaynaklar, İstanbul’da Kürt Teali Cemiyetinin
reisi Abdülkadir adındaki şahısın Bediüzzaman’ın doğudaki nüfuzundan faydalanmak için
ona Kürdistan devleti kurma teklifi yaptığını, Bediüzzaman’ın ise hainlik kokan bu teklife:
“Bin yıldan beri âlem-i İslam’ın bayraktarlığını yapan kahraman Türk milletine hizmet
yerine, birkaç akılsız kavmiyetçinin peşinden gidemem.” diye cevap verdiği notunu düşerler.
“ Said-i Kürdi” diye anılmış olmasını ırkçılıkla ilişkilendirmek de son derece hatadır. Henüz
ırkçılık hastalığı Osmanlı’yı tam olarak kuşatmadığı zamanlarda hayatın akışı içerisinde bu
ifadeleri kullanmak gayet tabiydi. O günlerde kişinin ırkıyla anılması ırkçılıktan dolayı değil,
geldiği coğrafyayı belirtmek için kullanılırdı. “ Muhyiddin Arabî, Selman-ı Farisi, Enis-i
Türkî, İsmail Hakkı Bursevi, Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mevlana Celalettin-i Rumi”
gibi daha pek çok isim Osmanlı’da hep kullanılagelmiştir. Zira ne bu ismi kullananların ne de
bu ismi ananların aklının ucundan ırkçılık yapmak fikri geçmiyordu. Ne zaman ki tefrika
içimize girmeye başladı, bakışlar bulandı, niyetler okundu, kullanılan lakaplar bir tarafa
çekildi, farklılıklar ayrılık olarak addedildi. Zaten bu durumu hisseden Bediüzzaman,
1920’den sonra “Said-i Kürdi” yerine “Said-i Nursi” ismini kullanmıştır.
Netice itibariyle
değil Said Nursi’nin, İslam’la müşerref olan hiçbir insanın ırkçı olması düşünülemez. Zira
Müslümanlıkla ırkçılık, tıpkı ziya ve zulmet gibi ya da doğu-batı gibi birbirinden uzak
kavramlardır. Kalp ikisini aynı anda cem edecek bir özellikte yaratılmamıştır. Birisinin
yerleştiği kalbi diğeri kendiliğinden terk eder. Dolayısıyla bilgi ve belge noktasında Kur’an bu
konuda titiz davranılmasını, işin iç yüzünü bilmeden hüküm veren Müslümanları defaten
uyarır. “Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Aksi
takdirde bilmeden bir topluluğa zarar verirsiniz de yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât,
49/6)
Üstadın aslında başkasının eleştirisine ihtiyaç bırakmayacak derecede kendisini sılaya
çektiğini görüyoruz. Birkaç misal verelim: “Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı
dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki
kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü
ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür,
beni kendime beğendirmemiş.”
“Hiçbir müfsit ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür.
Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz
ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul
etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim hâlde ifsat ediyorum. Öyleyse her
söylenen sözün kalbe gitmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde
kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıkıyorsa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa çok gıybeti
üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”
Üstadı eleştirenlere sormak isterim. “Kendimi beğenmiyorum beni beğenenleri de
beğenmiyorum.” Diyerek devamlı surette kendi muhasebe ve murakabesini yapan birinin
kendisini putlaştırması, peygamber olarak kabul etmesi, ya da başka bir niyetinin olması nasıl
mümkün olabilir? Kendisini bu kadar acımasız eleştiren bir başka birine hayatınızda hiç
rastlandınız mı? Üstadın kendisini eleştirdiğinin binde biri kadar kendinizi bir eleştiriye tabi
tuttuğunuz oldu mu hiç? Sahi dalalet vadilerinde gezinen kaç genci çekip kurtardınız?
Heybenizde süfliyat yangınını söndürecek suyunuz var mı? Ya küfrün bataklığına gömülen
Allah’tan, peygamberden bihaber yaşayan insanlara sunacağınız bir reçeteniz? Üstada yapılan
zulümlerin, sıkıntıların, sürgünlerin binde birini yaşadığınız oldu mu? Bu milletin kurtuluşu
için tıpkı onun gibi elinize silah alıp da düşmanla göğüs göğse savaştınız mı hiç? Kamplara,
sürgünlere gönderildiniz mi? Yirmi bir defa zehirlenmekten vazgeçtim bir kez olsun
hayatınıza kasteden oldu mu? Şeyh Sunusi makamını (Doğu Anadolu Genel Vaizliğini),
milletvekilliğini, 300 lira maaş gibi daha bir sürü cazip teklifi elinin tersiyle ittikten sonra
yapayalnız bir köşede fakirce bir hayat yaşayan kaç kişi tanıyorsunuz?
Siyah beyaz
fotoğraflarına iyi bakın. Orada şimdiki hocalar gibi konfora saplanmış bir yüz
göremeyeceksiniz. Peki ya eskimiş, yırtık lastik bir ayakkabıyla günlerce dolaştığınız oldu
mu? Yüz yamalı bir hırka giydiğini yahut altı ayda sadece otuz altı ekmek tükettiğini
söylesem buna da “yok artık” deyip güleceksiniz belki. Sahi parayla, mevki ile sınandınız mı?
Dünyadan göçtüğünde geriye eski bir gömlek, birkaç bardak, tabak ve bir kırık gözlük bırakan
kaç âlim tanıyorsunuz? Annenizden, babanızdan, dostlarınızdan uzakta kuş uçmaz, kervan
geçmez yerlerde bir ömür tüketeniniz mi acaba? Allah derken zangır zangır titriyor musunuz,
namazda içinizin ürperdiği oluyor mu? Seccadeniz onun gibi gözyaşlarıyla ıslanıyor mudur?
Yaşadığı dönemin üzerinden bir asır geçtiği halde ve her türlü menfi propagandaya rağmen
Risale-i Nurlar neden hâlâ ülkemizde en fazla okunan kitaplar arasında? Neden 190 ülkede ve
neden 50 dile çevrilmiş durumda? Bütün bu soruların bir izahını beklemek herkes gibi benim
de hakkım değil mi, kendisinden başka kimseyi hiç beğenmeyen hocalar.