BEN BUNU ONUN YÜZÜNE DE SÖYLERİM!

Başlık bir yerlerden tanıdık geliyor mu? 

Birisinin arkasından konuşunca, konuşan kişinin kendisini savunmak veya konuştuğu hususun arkasında durmak için söylenen bir ifâdedir bu.  “Peki, yüzüne niye söylemiyorsun, ya da söyledin mi?” diye bir soru sorulduğunda ise, “yüzüne de söylerim” denir yine! 

Evet, konumuz gıybet. Baş belâmız olan gıybet. 

Geçenlerde sosyal medya grubunda bu hususta dertli olan bir kimse şöyle bir başlık açmıştı. 

“Arkadaşlar ben her gün kendime söz veriyorum gıybet yapmayacağım diye hiç farkına varmadan yine yapmışım sonradan çok pişman oluyorum ben, nasıl kurtulurum bu gıybet hastalığından”

Cevaben şöyle bir yorum yapmıştım.  

“Gıybetle ilgili Üstad Bediüzzaman’ın neşrettiği kısa bir yer var onu nefsimize devamlı ders yapmayı tavsiye ederim. Ben şunu fark ettim. Allah gıybeti kardeşinin ölü etini yemeğe benzetirken biz gıybet ederken Kur’an’ın bu bakış açısını aklımızda tutmuyoruz. O yüzden gıybet öncesi gardımızı alıp, nefsi susturmaya çalışmak lazım. Çünkü nefis gıybeti seviyor. Zira gıybetle yani başkasının açığını, yanlışını vs. zikredince nefis oradan hisse alıyor ve kendini temize çıkarıyor. Kanaatimce ayrıca bizde “Müminler kardeştir”  ayetinin inkişaf etmemesinden kaynaklı olarak da gıybet yapıyoruz. Çünkü yanlış yapana acımak, dua etmek lazımken, biz iyice üstüne gidiyoruz. Nasıl kendi âzamız olan midemiz rahatsız olsa midemizin gıybetini yapmıyor onu kötülemiyor çare arıyorsak, mü’min kardeşimiz de bizim bir âzamız olduğunu düşünerek onun da ıslâhına çalışmak lazım. Konu uzun ama bu kadar katkı sağlayayım”  diye yazmıştım.

Evet, orada kısaca bu şekilde özetlediğim bu hususu burada biraz daha işleyelim arzu ettim.

Gıybet mevzusuyla ilgili olarak sosyal medyadaki o serzenişi okuduğum sıralarda  ben de gıybet mevzusuna yönelmiş ve tefekkürlerimi arttırmıştım. Bu esnada nefsimi yokladım, şöyle baktım ki;  içimde ayet-i kerîme’nin benzettiği üzere “ölü kardeşinin etinin yemeğe” yani gıybete karşı olan, olması gereken derecede tiksinti yok. Evet, gıybeti kabul ediyoruz, günah olarak biliyoruz ama ona karşı içimizde bir tiksinti, bir nefret olmasına gelince işte orada galiba sorunlar, sıkıntılar var.  

İçimiz doluyor, daralıyoruz, kendimize haksızlıklar yapıldığını düşünüyoruz ve daha başka başka sebeplerle mü’min kardeşimizin ölü etini yemek demek olan gıybete düşebiliyoruz. 

Burada tabi kî günah olan bir mü’minin sadece arkasından konuşmak değil, onun hoşlanmayacağı şekilde konuşmak. Çünkü gıybetin özlü tarifi şu şekilde yapılmış : “ Gıybet edilen adam hâzır olsa idi, veya işitse idi, kerâhet (hoş görmeyip)  edip darılacaktı.” 

Demek ki,  bir kimse hakkında arkasından güzel, hoş, hayırlı şeyler konuşmak değil, onu üzecek, niye yüzüme söylemedin dedirtecek şeyler gıybet kapsamına giriyor. Eğer söylenen şeyler onda varsa bu gıybet oluyor, yok olmayan şeyler söylendiğinde ise, Allah korusun “İftira” kapsamına giriyor ki, iki katlı çirkin bir günah oluyor. 

Aslında gıybetin çirkin olduğunu empati yaparak da çok iyi anlayabiliriz. Çünkü gıybet mü’min kardeşinin manevi şahsiyetini, kişiliğini zedelemek, ayetin tabiriyle ifade edersek manevi kişiliğini yemek, dişlemek oluyor. Bunu kim kendisi için ister? 

Bir zaman çalıştığım bir yerde bir arkadaşım geldi ve bana “ya hakkını helal et, senin gıybetini yaptık” dedi. Ben de hemen helal olsun demedim!  Çünkü insan merak ediyor, acaba ne konuştu benim hakkımda da diye. İşte şöyle bir şey deyince, onun gıybetine sebep olan hususun ne için olduğunu da izah ettikten sonra, helal olsun demiştim. 

Helallik istemek de zor bir iş. 

En güzeli hiç helalliğe mecbûr olmamak. Çünkü gıybet ameli değil, salih ameli yok ediyor. Tıpkı ateşin odunu bitirdiği gibi. 

Zaten yarım yamalak, kusurlu amellerimiz var, onu da gıybet ettiğimiz kimselere vermekle kendimizi iyice müflis bir hâle sokmak çok kârı akıl değil. 

Gıybet çirkin, çünkü konuştuğumuz kişinin manevi şahsiyetini zedeliyoruz, sosyal hayattaki dayanışmayı bitiriyoruz, küslüklere sebebiyet veriyoruz, çirkin bir işi yapıyoruz, alçak bir silâhı istimal ediyoruz. 

İyi de hiç mi konuşmayacağız! 

Tabîki konuşulacak,  lakin hayrını konuşacağız ya da susacağız. Susmakta ibadet, susmakta da Allah’ın rızası var. Sadece konuşmakta değil. 

Bir arkadaşım şöyle bir hâtırasını anlatmıştı. Devamlı iş îcâbı beraber olup da  arabayla işlerini takip eden bu iki arkadaş, bir ara demiş ki; “ya biz çok gıybet ediyoruz, bundan sonra etmeyelim.  Sonra bir baktık ikimiz de susmaya başladık, meğersem konuştuklarımızın çoğu gıybetmiş.”  

Evet böyle de bir durum var. Gıybet bizi birbirimize düşürüyor. Soğukluğu arttırıyor, çözüm olmuyor sorun olmaya devam ediyor. 

Gıybet gibi görülen ama dozu, yeri, kişisi, hissiyatı iyi ayarlanmak şartıyla gıybet olmayan yerler var. 

Ulema bu hususu şöyle özetlemiş. 

Hz. Yakub (as) Hz. Yusuf ile ilgili çok dertlendiği söylenince “(Ben) gam ve kederimi ancak Allah’a şikâyet ediyorum. “ (Yusuf-86)  demiştir. Galiba bizim de en ziyade ihtiyaç duyduğumuz hususlardan birisi de bu olsa gerek. “Hüznümüzü Allah’a açmak, onunla dertlenmek, ona tevekkül ve dua etmek” olan ihtiyacımız. 

Tabi bu arada nelere hüzünlendiğimizi de ayrıca masaya yatırmak lazım. Çoğu “dedi, demedi” tarzındaki söylenenlere de, hüzünlendiğimiz de bir gerçek. 

Gıybeti yapılan bir kimse bunu helal etse, o gıybetten gelecek alacaklı olmaktan daha ziyade sevaba giriyor. Çünkü ayrıca affetme sevabını alıyor. O yüzden helalleşelim. Bizden helallik istenmese bile biz gıyabi olarak helallik verelim. 

Cenâb-ı Hak bizleri kendisi ve kendi davası için hüzünlenen, dertlenen kullarından eyleyip, bilhassa gıybet belasına karşı bizlere merhamet, şuûr ve uyanıklık ihsan eylesin. 

Exit mobile version