BERCESTE 3

Cemal-i hüsnünle mağrur olursun

Kemal-i hüsnünün noksanı yok mu?

                                                         Hoca Dehhani

Şair bir tecahül-i arif yapar sezdirmeden. Bildiği halde bilmezlikten gelir. Cemal-i hüsnünle mağrur olursun derken aslında mağrur olma der bizlere. Yine kemal-i hüsnünün noksanı yok mu derken de kemal noksanlığımıza vurgu yapar. Siret ve suret güzelliğine bir tahdis-i nimet suretinde bakmalı insan. Aksi durumda bir nıkmete dönüşüverir elimizdekiler. Elimizdekiler dedimse de Rabbimiz tarafından ödünç verilen bedenimizin sair özelliklerinden bahsediyorum aslında. Şaşılacak bir durum var ortada. Bizim olmayan, bize teslim edilenlerden gurura kapılmamız ne kadar da garip değil mi? Oysa valizimizi teslim ettiğiniz hiçbir emanetçi, altınlarımızı teslim ettiğiniz hiçbir kuyumcu, paramızı teslim ettiğimiz hiçbir bankacı emanet olarak bırakılanı kendi malı gibi görmez. Zira bilir ki, geçici olarak muhafazasından sorumlu olmanın dışında kendisinin her hangi bir payesi yok. Aynen böyle de, aklımız, gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız sair organlarımız, duygularımız, latifelerimiz, malımız, mülkümüz, mevkiimiz bize ait değil. Bize ait olmadığına göre bu mağrurluk neden? Kaprislerimiz kime? Benlik davası niçin? Oysa mütevazı olmanın öyle önemli neticeleri var ki, anlatmakla bitmez. “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz…”[1] Bir netice daha. “Allah, kibirli olanları elbette sevmez.”[2]

Cennetin anahtarı tevazu sahibi olmaktan geçer. Cehennemin anahtarı da böbürlenmekten. Şeytanı vartaya düşüren, onu melekten ayıran en önemli özelliği kibriydi. Âdeme secde etmenin Allaha secde etmek olduğunu bildiği halde ısrar etti kibrinde. Ateşten yaratılan biri olarak balçıktan yaratılana secde etmem diyerek açmıştı isyan bayrağını. Haliyle takipçilerine bıraktığı miras da gurur ve kibirden başka bir şey olmadı. Her şeyde olduğu gibi tevazuda da dinimizin koyduğu bir hat vardır kuşkusuz. Gereğinden fazla alçakgönüllü olmak, şahsiyeti ortadan kaldıracak davranışlar sergilemek, kibir abidesi olanlara ve küfür ehline karşı tevazu göstermek zillete eş değer bir tevazudur. O halde “İstenilen tevazu nasıl olmalıdır?” sorusuna vereceğimiz cevap belki de ne zillete düşecek tavırlar sergilemek ne de tepeden bakmak. İkisi arasında itidal bir yoldur tevazu aslında.  Sözün güzelliği kısalığındadır derler. Şairimiz iki beyit ile taşı gediğine koyar: “Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde/ Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.” İleride mevki, makam sahibi olunca zafer sarhoşluğuna sakın kapılma. Zira sarhoşluk halinden dolayı sabah uyandığında baş ağrısı çeken binlercesini görmüşüz.

Her güzel haslette önde olan peygamberimiz tevazuda da zirvededir. Bir gün huzuruna bir adam getirilir. Gelen kişi, korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulü (asm) “Sakin ol! Ben bir melik değil, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum”[3] diyerek cevap verir. Tevazu herkeste güzel durmasına karşın zenginde, âlimde, cömertte ve makam sahibinde ise bir başkadır.

 

 

Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz

Biz neşatın da gamın da rüzigarın görmüşüz

                                                                                 Nabi

 

Yaratıcının “Hay” ismiyle birlikte hayat, hayatın akışıyla birlikte de hatıralar başlar. Çocukluk, askerlik, öğrencilik hatıraları, meslek, gezi hatıraları vesaire. Aslında farkında olana her hatıranın biriktirdiği bir tecrübe vardır. Yaşadığımız tatlı/acı hatıra yaşam kumbarasına atılan bir tecrübedir. Hazanı, baharı, neşatı ve gam rüzgârını gören bir ağacı hangi rüzgâr savurabilir? Statik bir hayat yaşayan birinin deneyimlerinden söz edebilir misiniz? Tarihi, siyasi, askeri, sosyal, kültürel ya da her hangi bir alanda başarılı olanların hayatlarında durağanlık söz konusu bile değildir. Farklı deneyimler her zaman için farklı bakış açıları kazandırır. Fazladan bir yaş günü kutlamak bizi tecrübeli kılmaz aslında. Bazen kırk yılda bir tecrübe kazanır, bazen de bir yılda kırk tecrübe ediniriz. Tecrübe, yaşlanarak değil yaşayarak kazanılır ve zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.” Peyami Safa’nın sözü meselemizi teyid etmeye yeter sanırım. Bir başka yönüyle ömr-ü hayatımızda yaptığımız hatalardan ders çıkarabilmek önemli. Tecrübeyi sadece kendi hayatımıza münhasır kılmak da doğru değildir. Ailemizin, akrabalarımızın, memleketimizin, ülkemizin yaşadıklarının farkına varabilmemiz, millet olarak kadim geçmişimizden haberdar olmamız, gelecekte yolumuzu aydınlatacak önemli bir deniz feneri olarak çıkar karşımıza.

 

Arif isen bir gül yeter kokmaya

Cahil isen gir bahçeye yıkmaya

                                                    La edri

Arif yapar, imar eder, inşa eder. Cahil yakar, yıkar, tahrip eder. Mısralarda geçen bu iki kavram üzerinde tahlil yapmakta fayda var. Önce lügatlerin ne dediğine bir bakalım. Arif, anlayışı, kavrayışı, sezgisi güçlü insan, cahil ise öğrenim görmemiş manasına gelmekte. Cahil ve cehalet kavramlarını salt öğrenim görmemiş insana indirmek de doğru değildir. Bence şairin cehalet ve arifi bir beyitte alması ikisinin bir biriyle farklı irtibatının olduğunu gösterir. Kişinin cehaleti varsa arifliğinden söz edemeyiz. Arifinde cehaletinden bahsedemeyiz. Tıpkı zulmet ve karanlık gibi. İkisinin bir kalpte aynı anda barınması mümkün değil. Biri varsa kalpte diğeri sönüktür ya da kuvve halinde kalır. Zira şairin dediği gibi “Dilde gam var şimdilik gelme ey sürür/ olamaz bir hanede mihman mihman üstüne.” Lügatleri referans aldığımızda dünyada cahil insan yok gibidir. Lakin herkes öğrenim görmüş durumda. Günlük hayatımızda cahil kavramı kitaptaki manasından oldukça farklıdır çünkü. Kaba saba bir insanı gördüğümüzde cahil yaftasını yapıştırırız hemen. Pire için yorgan yakanları, eşine, çocuklarına zarar verenleri, yere çöp atanları, küfür edenleri, sosyal medya trollerini, kalpazanları dolandırıcılıkta yüksek lisans yapanları ve hakeza hepsi için kullandığımız tabirin adıdır cahillik aslında. Hiç birimiz bu işleri yapanların öğrenim durumuna dönüp bakmayız bile. Tek başına öğrenimle görmekle cehalet kalkmış olsaydı dünyanın renginin bambaşka olması gerekirdi. Hayvanlar hiç öğrenim görmedikleri halde öğrenim gören insanlar kadar dünyaya zarar vermediklerini biliyoruz. Hükmümüzü birkaç örnekle temellendirelim. Çin lideri Mao Zedung ülkesindeki tarlalara zarar verdiğini düşündüğü kuşların öldürülmesini emretmişti. 1958 yılında yayınladığı bir kanunla bir yıl içinde 220 milyon serçe katledildi. Serçelerin fare, karasinek ve sivrisinekle beslendiğini anlamayan/sezemeyen/kavrayamayan bu adam yüzünden tüm ekinleri bir süre sonra fareler, sinekler istila etti. Sonuçta ortada ne ekin kaldı ne de servet. Üstelik bu hayvanların yaydığı bulaşıcı hastalıklarla milyonlarca insan hayatını kaybetti. Bütün öğrenim basamaklarını zekâsıyla aşan Adolf Hitler milyonlarca insanın gaz odalarında, insan fırınlarında öldürülmesine sebep olan biriydi. Petersburg üniversitesi hukuk fakültesinden mezun olan Lenin’in adaletli olması gerekirken politikalarıyla yüz binlerce masum insanın ölümüne sebep olmasını nereye oturtacağız? Eli kanlı Stalin ise yirmi milyon insanın katili… Örnekleri çoğaltmaya sayfalar yetmez. Bunları yapanların hiç birisi okumamış kimseler değillerdi. Aksine zekâlarıyla diğer insanların fevkinde olan kişilerdi. Yaladıkları mürekkep onları cehalet bataklığından kurtaramadı. İlim aşksız, ahlaksız, hikmetsiz bir hiçtir sadece.

Yüce kitabımız cahilliği sadece sözlük manasıyla ele almaz. Cehaletin fena ve zararları üzerinde durmakla birlikte cehaletin Allah’ı bilmemek olduğuna özellikle vurgu yapar. “İsrailoğullarının denizden geçmelerini sağladık. Derken bir kavme vardılar ki, onlar, kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı. Dediler ki; Ey Musa! Onların tanrıları gibi sen de bize bir tanrı yap! Musa da onlara dedi ki: Siz gerçekten cahillik eden bir kavimsiniz.”[4]

Görüldüğü gibi Allahtan gayrısını prestij etmek, kavmin sapkın inançlarını dine dayandırmak cahillik olarak nitelendirilmiştir. Projeksiyonumuzu asr-ı saadete çevirdiğimizde, saadetten mahrum inanç sapkınlığının cisimleşmiş halini Ebu Cehil ’de görürüz. Aslında ismi Amr bin Hişam’dır. Mekke’nin ileri gelenlerinden. Son derece zeki, bilgili ve kudretli birisi. Mekke’dekiler her hangi bir konuda anlaşamadıklarında başvurdukları bir isim. Hişam Ebu’l Hakem unvanını almasının sebebi de bu. Fakat İslam’a ve onun muazzez peygamberine olan düşmanlığı onun bütün güzel vasıflarını alıp cahillerin babası pozisyonuna getirtmiştir. Hatta bu zat Bedir muharebesinde yaralı bir vaziyette iken kendisini öldürecek olan Abdullah Bin Mesuda “Bari başımı düzgün kes de heybetli görünsün!” diyecek kadar da cahil cesareti gösterebilmiştir. Neticede bilgi ve zekâ cahillikten kurtulmak için yeterli bir sebep değildir.

                                                           

Edep bir taç imiş nur-u Hüdadan

Giy o tacı emin her beladan

Mevlana

 

En çok ihtiyaç duyacağımız değerlerden birisi hangisidir diye sorarsanız hiç tereddütsüz edeptir derim. Nur-u Hüda’dan gelen bir taç diye nitelendiriyor Mevlana. Hakikaten o tacı giyen her beladan kurtulur, her olumlu kazanımın da kapısı açılır kendisine. Malum üzere edep, hayâ etmek, utanmak, ar etmek gibi manalara gelmekte. Huzur-u İlahide olduğunu her daim hatırlayan bir insan Rabbine karşı hayâ eder. Bir günaha tevessül edeceği zaman korkudan ziyade içindeki utanma duygusuyla o fiilden uzak durmaya çalışır. Bu fiil ona Rabbinin rızasını kazandırdığı gibi günahlardan ve gelecek her türlü belalardan onu hem dünyada hem ahirette kurtarır. Edep ilmin de kapısını açar. Hocasının güvenini kaybetmemek, ona olan hürmet ve saygısını muhafaza etmek için talebe canhıraş bir şekilde çalışır. Hocası da talebesinin kendisine olan saygı ve hürmetini kaybetmemek için davranışlarında daha dikkatli davranmaya gayret gösterir. Küstahlaşmayan talebesi hocasının merhametini ve şefkatini celp ederken hocası da bildiği her şeyi öğretmekten imtina etmez. Zamanımızdaki öğrenci-öğretmen ilişkisine baktığımızda maalesef aradaki edep sınırının aşıldığını görüyoruz. Ne öğreticide merhamet ve şefkat, ne de öğrenende hürmet ve saygı kalmış durumda. Ne yazık ki aynı şey ebeveyn ve çocuklar arasında da geçerli. Çocukluğumuzdaki bazı değerler zamana yenik düşmüş durumda. Yemeğe büyükler oturmadan başlamaz, anne baba ya da başka birileri eve girdiklerinde ayağa kalkar, yer verirdik. Çıkarken misafirlerin ayakkabılarını düzeltir, dışarıya kadar uğurlardık. Yeme adabı, oturma adamı, konuşma adabı, komşuluk adabı, iş adabı… Hâsılı eskiden her şeyin bir adabı vardı. Özelliklerimizin son kırıntılarına da bitirmek üzereyiz. İşin tuhaf tarafı bu kırıntılar zamanımızda müzayedeye çıkarılsa bile  alıcı bulamayacağıdır.

Kaybettiğimiz edebi bulmanın derdine düşmek gerekir. Haddi zatında ilmin gayelerinden biri de insanı edebe ulaştırmaktır. Yunus Emre: “Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep/Dediler ilim geride, illa edep illa edep” Edep ya da edepsizlik kendiliğinden oluşan bir hadise değildir. İnsan fıtri olarak edepli yaratılmış olsa da zaman içerisinde yaşadığı hadiselerden dolayı bu duyguyu ya kaybeder ya da daha da ilerisine taşır. Şöyle müşahhas bir örnekle açıklayalım: İnsan ilkin utanarak, sıkılarak işlediği bir günahtan dolayı tövbe etmez ve işlemeye devam ederse zamanla o günahı kanıksamaya başlar ve onun için o günah artık edep sınırlarından taşmış olur.

İnsanı diğer canlılardan ayıran önemli özelliklerden birisidir edep. Edebi kazandıran ilk unsur ebetteki öncelikle akıldır. Zira akılsız diğer hasletlerin bir önemi kalmaz. Edepli olmaya yeter mi derseniz elbette yetmez. Salt akılla beslenen nice okumuşlar tanırız ki avamdan olan insanların eline su bile dökemezler. Aklın dışında edebi süsleyen başka özellikler de var. Dinin getirdiği takva, iman, tevazu ve ilim… Bunlardan yoksunluk edepten mahrum eder insanı. Şeytanın Allah’ın emrine uymayıp isyan etmesi bir edepsizliktir aslında. Bildiği, inandığı halde bir Müslümanın dinine karşı lakayt kalması, emir ve yasakları yerine getirmemesi Rabbinin insanoğluna verdiği nimetlere karşı hürmetsizlik, bir edepsizlik sayılır. Mevlana’ya kulak verelim. “Efendi bil ki, insanın tenindeki can edeptir. İnsanoğlunun göz ve kalp nuru edeptir. Âdem bir ulvi âlemdendir, süfliden değil. Bu dönen kümbetin hem dönmesi hem de revnak ve zineti edeptir. Şeytanın başına ayağını koymak istersen gözünü iyi aç, şeytanın canını çıkaran edeptir. İnsanoğlu eğer edepten yoksun ise o, insan değildir. Zira insanoğlu ile hayvan arasındaki fark edeptir. Aç gözlerini bak, Allah kelamı olan Kur’an ayet ayet edeptir. Akıldan sordum, iman nedir? Akıl kalp kulağına ‘İman edeptir’ diye fısıldadı.” Genç kardeşim ebediyetini kaybetmemek için edebini korumaya devam et.

 

Kokma gül nadan elinden al eline suseni

Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni

       Lâedri

 

Mihnete muhtaç bilir muhtaçlığını. Heybesi boş olan doldurur azığını. Gel, gül koksan bile bilme gülden. Bülbül gibi sesini de bülbülden. Zira yağmura kıyama durmaz başaklar. Koyunlar uzatmaz bıçağa boynunu bir hatır için. Dağlar ve taşlar seni niçin taşısın bunca ağırlığıyla beraber? Neden aydınlatsın seni milyarlarca yıl uzaktaki yıldızlar ve aylar? Arının derdinde mi en lezzetli gıdayı vermek sana. Yutmak varken yutulmaya neden mahkûm olsun sular? Bir damla suda gizli kafa, el, ayak, kol ve bacak. Bir damla suyu taşır koca kâinat. Dağı eriten güneş neden eriyiverir incecik bir ot karşısında. Nedendir acep yeryüzü döşek bize, gökyüzü yorgan. İncecik bir iptir sebep, müsebbibin yanında. O halde gel görünürdeki eşyalara/varlıklara değil, seni asıl yaşatana, öldürene, giydirene, yedirene, susturana, konuşturana, ağlatana, güldürene minnet eyle. Eyleme cahile minnet. Onların elinden gül kokacağına süsen çiçeği kokuver daha iyi. Gerekirse su seni alıp götürsün ama yine de namert köprüsünden geçme. Zira minnet etmek mihnet olur sana namerdin elinde.

 

 

 

[1] Kasas Suresi/83

[2] Nahl Suresi/23

[3] Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-din, Kahire, 1954, II, 483, 484

[4] Araf Suresi/138. Ayet

Exit mobile version