BERCESTE 4

           Cihân ârâ cihân içredir ârâyı bilmezler

           O mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.

Hayâli

Kıymet bilmeyişimiz, kıymetli oluşumuzu anlamayışımız yeni değil. Mezarlıklar, “eyvahlarla, keşkelerle” dolup taşar. İnsan soyu elde edemediklerine yanar dururda elde ettiklerinin neler olduğunun farkına bile varamaz. Farkına varmaya başladığında ise güneş batmak üzeredir. Ne yazık ki zaman kumbaramızı biriktirerek gidemiyoruz. Her geçen gün nakitlerimiz daha da azalmakta. Behçet Necatigil’in “Temiz ve aziz olanın peşinden gitmek.” sözü o yüzden son derece önemlidir. Ancak “temiz ve aziz” olanın peşinden gitmek bir şuur işidir. Şuuru da oluşturan malzemenin harcında ise bilgi, tecrübe, kültür, aile, çevre, rol model, daha özelde muvazene, iç hesaplaşma, yaşanmışlıklar, psikolojik nedenler gibi faktörler yer alır.  Enfüsi daire diye tabir ettiğimiz kendi bedenimiz ve bedenimizin dışındaki afaki dairede kıymet bilmenin tezahürü iç hesaplaşmadan geçer.  Kendi bedenine yabancı olan başkasına dost olabilir mi? Carl Gustav Jung’un “Kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir.” ifadesi özden kabuğa doğru gidişin ip uçlarını verir.

Öğretmenlik yaptığım yıllarda bazı şeylerin kıymeti kavrama adına öğrencilerime bir etkinlik yaptırmıştım. Amacım eğlenceli bir oyunla deryada balık olmamalarını sağlamaktı.  İki öğrencimi tahtaya kaldırdım. Birisine, “Gözlerini kapat ve bir an için kendini kör olarak düşün.” Diğerine de “Sen de arkadaşının elinden tut, ona etrafında gördüklerini bir bir anlat.” dedim. Çocuklarımın ikisi de çok heyecanlıydı. Birisi ilk defa kör olacak, körlüğün nasıl bir şey olduğunu hissetmeye çalışacak; diğeri ise kör birine yardımcı olmanın hazzını yaşayacaktı. Ben ise böylece öğrencilerimin birbirlerinin yaşam alanlarına girebilmelerini sağlamış olacaktım. Rehberlik yapan öğrencim, hiç vakit kaybetmeden arkadaşının elinden tutarak, onu sınıfta bir taraftan gezdiriyor, diğer taraftan da etrafında gördüklerini anlatıyordu:

“Gel seni sınıfımızdaki mevsim şeridinin yanına götüreyim. Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Kış mevsimini anlatan resimde bir kardan adam ve burnunda bir havuç. Etrafında ise şarkı söyleyerek oynayan çocuklar var. Uzakta bulunan ağaçlarda ise tek bir yaprak bile yok. Evlerin bacasından dumanlar yükselmekte. Şimdi de güzel yazı köşesine gidelim. Hasan arkadaşımızın Yeşilay’la ilgili güzel bir yazısı var. Yazısının altına da sigara ve içkinin sağlığa zararlı olduğunu gösteren bir resim yapmış. Resmin üzerine de kırmızı kalemle çizilmiş büyük bir çarpı işareti. Az ileride sağda Fen ve Teknoloji dersinde yaptığımız performans görevlerimiz. Arkadaşlarımızın yaptığı evler, arabalar, geri dönüşüm kutusu, elektrik devresi… Şimdi de pencere kenarına gidelim. Dur acele etme bir yere çarpacaksın! İşte geldik. Dışarıda güneşli masmavi güzel bir hava. Okulun dışında sebze ve meyve satan tablacılar var.  Hemen tören yaptığımız alanın yanında ise bayrağımız. Daha ötelerde gelip geçen arabalar var.  Bahçenin sonuna konan bir çöp kovası. Okulumuzun duvar kenarlarında ise bu sene dikilmiş kavak ve çam ağaçları. Bu ağaçların kimisi filizlenmiş kimisi de filizlenmek üzere. Üzerlerinde sığırcık kuşlar ötüşmekte…”

Kör taklidi yapan öğrencim daha fazla dayanamayarak gözlerini açtı ve bana:

“Öğretmenim sahiden sınıfımızda bu anlatılanlar var mıydı? Bahçemiz bu kadar güzel miydi? Sınıfımıza, çevremize hiç bu gözle bakmamıştım.” dedi, hayretle.

Körleşmenin açık bir tezahürü olan bu etkinlikle de anlatmış oldum ki ülfet toprağını üzerimizden ancak elimizden kayıp giden nimetlerden sonra anlayabiliyoruz. Doğruluğunu teste tabi tutmadım ama şöyle bir olay anlatılır: Adamın biri fakirlikten şikâyetçi imiş. Bir gün Mevlâna Hazretlerinin yanına giderek şöyle demiş:

“Ben çok fakir biriyim. Bana dua et de zengin olayım.”

 Mevlâna hazretleri ise şöyle cevap vermiş:

“Sana şu Konya’nın bütün bağını, bahçesini, kasırlarını versem bana bir gözünü verir misin?

Adam şaşırarak :“Hayır, vermem.” demiş.

Mevlâna Hazretleri devam etmiş: “Peki, sana şu koca dünyayı içindekilerle birlikte verseler iki gözünü verir misin?”

Adam: “Hayır, değil iki gözü mü, birini bile vermem” diye yinelemiş.

Mevlâna: “O zaman sen, dünyanın en zenginisin; çünkü sende olan organlar çok pahalı. Baksana dünyada olan hiçbir nesneyle değiştirmiyorsun.” Diyerek adama ibretlik bir ders vermiş. İşte dostlar bizim asıl zenginliğimiz farkına varamadığımız varlığımızın ta kendisidir, gerisi teferruat.

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı

Fuzûlî
Yalnızlığı, “insan, teklik, kalabalık, gurbet” gibi sözcüklere başvurmadan hatta “ateş, kapı, rüzgâr” gibi ilgisiz kelimelerle anlatan, bir doğa olayını güzel bir sebebe bağlayarak bizlere hüsn-ü ta’lil sanatının en güzel örneklerini gösteren enfes bir şiir. Beyitte bir insanın sadece kendisine yanabileceğinden bahsedilir. Şair kapısını çalacak birini arar ancak esen rüzgârdan başka ne yazık ki kapısını çalan yoktur. Yaklaşık beş yüzyıl öncesi bir yalnızlıktan bahseden Fuzuli, eğer bugün modern dünyanın yaşadığı yalnızlığı görmüş olsaydı o şiiri yazdığından dolayı belki de bin defa pişmanlık duyacaktı. Zira tarihin hiçbir dönemiyle kıyas kabul edilmeyecek kadar bir yalnızlık girdabında debeleniyoruz. En kalabalık şehirler ıssızlığımızın en fazla hissedildiği yerler. Metropollerin borularından öldürücü yalnızlık akmakta. Şairin dediği gibi “Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi duymuyor.” Her türlü iletişim araçlarına sahip oluşumuz ölçüsünde yalnızlığımızda o nispette artıyor. Teknoloji yakınlarımızla hatta kendimizle olan bağımızı her geçen gün biraz daha koparıyor. Bu halin uzun süre devam etmesi bir takım ciddi psikolojik rahatsızlıklara daha da ötesinde insanı kendisiyle konuşmaya başlayan bir deliye dönüştürebilir.

Aynalarla konuşmaya başlamışsak vay halimize!

Yalnızlık üzerine yapılan araştırmalar yapayalnız insanların yüksek ölüm riski,  depresyon, diyabet ve zihinsel birtakım problemlerle karşı karşıya kaldıklarını gösteriyor. Sorun çaresiz değildir elbet. Dostlarınızla, sevdiklerinizle buluşup birkaç lafın belini kırmak, hısım akrabayı ziyareti etmek, sivil toplum kuruluşlarına katılmak, toplu halde yapılan etkinliklere iştirak etmek, sportif ya da sanatsal bir etkinliğin içerisinde yer almak gibi yalnızlığınızın merhemi olabilir. Ancak üzerine gidilmeyen bir yalnızlık, zamanla insanı saran bir ahtapota dönüşebilir. Yanınızda hiç kimseyi bulamıyorsanız en azından bir evcil hayvanla yalnızlığınızı paylaşmanızı yeğlerim.  Zorunlu hallerin dışında gurbete giderek tek başınıza bir hayat sürmeyin. Sorunlardan uzaklaşmak sizi başkalarından değil sadece kendinizden uzaklaştırır. İnanın bir yaraya merhem olmak en başta size iyi gelecektir. Sosyal bir varlık oluşumuz yalnız kalamayacağımız, anlamına da gelmemelidir. Kemâlât merdivenine tırmanmada yalnızlık önemli bir kilometre taşıdır elbette. Fakat hayat felsefesine dönüşen, kronikleşen bir yalnızlığın faturası çok ağır olabilir. İnsan niçin tek kalmayı seçer? Ailesinden, akrabalarından, dostlarından ya da arkadaşlarından yenilen bir darbe, ilgi görememek, işini ya da iş yerini değiştirmek, işini eve taşımak, işsiz kalmak, tanımadığı başka bir şehre yerleşmek, bencillik, maddi çıkar gibi nedenler bizleri münferit bir hayatın kucağına atar. Ancak insanoğlu bunları değiştirebilme imkân ve kabiliyetine sahiptir. Olumsuz gibi görünen bu faktörler insana yeni kapılar dahi açabilir.

Umumiyetle milyonlarca takipçisi olan birisinin yalnızlığının cep telefonu dahi kullanmayan birinin yalnızlığından çok daha fazla olduğu düşünüyorum. Tuşların kalbi yoktur. Sizi göremez, sevincinizi, kederinizi hissedemezler. Anlattıklarınızın değeri hiçbir emoji işareti bilemez. Duygularınızı sadece bir el işaretiyle ya da bir gülücükle geçiştirir gider. Bizim mekanik, araçlara değil et ve kemikten inşa edilmiş, yüreği olan insanlara ihtiyacımız var.

Exit mobile version