BIKMADINIZ MI ACI REÇETEYİ KULLANMAKTAN?
Kavram Türkiye ekonomi literatürüne 1980’li yıllarda IMF kredilerinin geri
ödenmesi esnasında girmiştir. Dolayısıyla millet hafızasında kötü yer edinmiştir.
Bilindiği gibi birkaç yıl önce hükümet iradesi sayesinde IMF ile ekonomik
borçluluk ilişkisi nihayet buldu. Ancak gelinen noktada yeniden dillendirilen bu
acı reçete acaba yeniden IMF kapısını mı işaret ediyor? Ekonomi kanadının
açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla böyle bir ihtimal görünmüyor.
IMF son zamanlarda iktisadi hayatta söz sahibi değilken neden acı reçete
söylemi yeniden gündemde peki? Anlaşıldığı kadarıyla reçetenin müsebbibi
IMF değilmiş.
Neyse şimdi IMF’yi bir kenara bırakarak yeni gelişmeler çerçevesinde acı
reçeteden ne anlamamız gerektiğini tartışalım.
Acı reçeteye muhatap üç aktörden bahsedebiliriz. Bunlar Kanun koyucu, yani
reçeteyi yazan ve uygulanmasını takip eden Erk. Reçeteye uyması beklenen iş
dünyası ve Türk halkı. Son zamanlarda ekonomi medyasında iş dünyasının
bedel ödemesi gerektiğini savunan görüşe neredeyse hiç rastlayamıyoruz. Tüm
taraflar gözünü sıradan vatandaşa çevirmiş durumda.
Diğer taraftan sanırım başkaca bir çıkar yol da yok gibi!
Neden mi? Açıklayalım isterseniz.
Söz gelimi reçetenin muhatabı iş dünyası olsun. A şirketi 10 bin çalışanıyla
hizmet sektöründe faaliyet gösteren bir holding olsun. Yıllık karına eşit miktarda
borçlandığını varsayalım. Zira bu krediler sayesinde her yıl %6’lık büyüme
hedefi ve %20’lik bir kar hedefi olduğunu varsayalım.
Söz konusu holdingin acı reçete ödemesi durumunda; yani artık düşük maliyetli
kredi alamayacağı için hedeflerini tutturamayacağı dahası çalışanlarının ücretini
ödeyemediği için ya işçi çıkartacak ya da faaliyetlerine tamamen son verecektir.
Yani esasen iş dünyasına uygulanan acı reçete hem iş dünyasını hem de toplumu
etkileyecektir.
Diğer taraftan doğrudan muhatabın sıradan vatandaş olması geçici ancak
oldukça kolay bir pansuman tedbir gibi gözüküyor. İlave vergiler koyarak
ithalatı kısıtlarsın, tüketimi azaltarak dövize olan talebin düşmesini sağlarsın.
Dahası doğrudan vergi artışı ilave bir gelir kalemi olarak hazineye artı
kaydedilir. İş bu kadar kolay.
Peki bu duruma nasıl gelindi? Öncelikle şunu belirtmek gerekir. IMF Türk
ekonomi hayatında artık etkili olmayabilir ancak unutmamak gerekir ki 2001
sonrası ilk beş yıllık ekonomik performansın mimarı kabul etmesek te etmesek
te IMF’nin tamda kendisidir. Derviş döneminde IMF ile imzalanan anlaşmalar
çerçevesinde en azından 2001 2008 döneminde oldukça tatmin edici bir
ekonomik performansa imza atılabildi. Konu ile ilgili ileri araştırma yapmak
isteyen dostlar Washington uzlaşısı ve Post Washington uzlaşısının ülkelere
dayattığı konulara göz atabilirler.
Dahası vahim olan ise IMF’den %0,5’lerde maliyetle alınabilen kredi artık diğer
enstrümanlar yoluyla (doğrudan kredi, devlet borçlanma senetleri, menkul
kıymetler borsası ile ihraç edilen pay senetleri, SWAP vb.) küresel kapitalist
aktörlerden bunun krediler bunun kat be kat fazlasına mal olabilmektedir.
Burada anlatmak istediğimiz yeniden IMF’nin kapısına gidilmesi değil dostlar.
Yanlış anlaşılmasın. İşlerin bu hale gelmesinin sebebi belki de hiçbir döviz
kazancı faaliyeti olmayan işletmelerin dövizle borçlanmasına göz yumarak ve
yüksek kur düşük faiz politikaları nedeniyle ülkenin ithal cenneti haline
getirilmesidir. Burada amacımız sorumluları bulmak ve cezalandırmak değil tabi
ki.
Şimdi derdimiz anlaşıldı sanırım, peki ne yapmak gerekir?
Yeni MB’sı başkanının ve hükümetin son hamlesi görüldüğü gibi kapitalist
çevrede oldukça pozitif karşılandı. Çünkü 1970’lerden bugüne tüm dünyaya
sistem borçlanarak büyümeyi ve bu sayede ayakta kalmayı cazip kılıyor.
Daha önceki yazılarımızda ısrarla üzerinde durduğumuz bir konuyu yenide
burada tartışmaya açmak faydalı olacak. Borçlanarak hızlı mı büyümeliyiz, öz
kaynaklarımızla sınırlı ancak mutedil mi büyümek gerekir?
Sanırım asıl mesele de bu. Zira maalesef politik kaygılar hızlı büyümenin
cazibesi nedeniyle borçlanmayı sıradan bir olgu gibi karşılıyor. Esasen bana
göre de borçlanmak ta bir sakınca yok. Ancak ne için ve ne kadar borçlanmak
gerektiği doğru analiz edilmelidir.
Eğer liberal ekonomik sisteme ayak uydurmak istiyorsanız borçlanmak ta
sıradan bir olgudur. Burada asıl sorun borçlanarak bulduğun kredi ile ne kadar
katma değer üretebildiğindir. Yani dövizle borçlanırken ürettiğin katma değer
hem borçlanma faizini karşılarken hem de büyümeye katkı sunabiliyor mu?
Dövizle borçlanarak bulunan krediyi hiçbir döviz kazandırıcı katma değeri
olmayan başta inşaat sektörü gibi alanlara kullandıracak olursan maalesef bunu
daha fazla sürdüremezsin. Evet inşaat sektörü belki istihdama en fazla destek
veren, hatta toplumun en mağdur kesimine aş veren, ekmek sağlayan sektörü
olabilir ancak ne olursa olsun buna devam ettiğin sürece borçlanmayı
sürdüremezsin. Bir yerde patlak verir. İşte o aşamaya geldik sanırım.
Düşük kur ve pandeminin sağladığı avantaj sayesinde başta otomotiv başta
imalat sanayinin desteklenmesi doğru bir adımdır, buna devam da edilmelidir.
Ancak asıl mesele insana yatırım yapma zamanı. Bakın yine vurguluyorum artık
kısa süreli planlama kolaycılığı ile küresel aktör olmanız mümkün değil.
Planlamanın bir ayağı hükümetse diğer ayakları da özel sektör, üniversiteler ve
Türk toplumu olmak zorundadır. Bu gemiyi yüzdürmek istiyorsak tüm
paydaşlarıyla beraber asılmamız gerekiyor küreklere.
Sağlıkla kalın dostlar.