İnsana dair önemli bir hakikate işaret eden, bir hastalığa teşhis olarak da ifade edebileceğimiz bir beyit vardır. Bu beyit, şairinin aynı zamanda hattat da olması sebebiyle çeşitli hat çalışmalarına konu olmuş, yaygınlaşmıştır.
“Vakt-i ikbalde kasırdır ricalin himmeti
Mürtefi oldukça şemsin, sayesi maksur olur.”
(Kudret ve saadet zamanında insanın yardımı azdır, Yükseldikçe güneşin gölgesi kısa olur.)
Bu söz, iletişimin önemli bir unsuru olan kimin neyi hangi makamda söylediği ilkesine bağlı olarak farklı anlamlarda yorumlanabilir. Yukarıda bahsi geçen beytin yazarı fukaradan bir muhtaç olsa idi varlık sahiplerinin, yokluk ehlinin halinden anlamamalarına hayıflanması olarak yorumlanabilirdi. Bu durumda ikaz ile zenginleri, ihtiyaç sahiplerinin yardımına çağırıyor diyebilirdik.
Ancak birçok şair ve devlet adamı yetiştirmiş, köklü bir ailenin mensubu bir paşazadeye ait olunca yorum değişebilir. Hayatta iken biyografisini yazan, İstiklal şairi Mehmet Akif’in yakın dostu ve son dönem Osmanlı aydınları içinde kalemiyle hem Türk diline hem de siyasetine önemli katkılar sunan Süleyman Nazif’in babası, Mehmet Sait Paşa bakışımızı farklı bir noktaya çevirerek bir yaraya parmak basmıştır.
Vakt-i ikbalin kişinin üstünde bir gaflet örtüsü olarak bulunması çoklukla vakidir. Çünkü kendince kudret ve zenginlik sahibidir, yardıma ihtiyacı yoktur. Kendisini yardıma muhtaç bilmediği için de yardım fikrinden uzaklaşarak bencilleşmeye başlar. Bu bencilleşmenin varacağı nokta eğer tedavi edilmezse “Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” ayetindeki ihtara mutabık olacağı mukadderdir.
Kişi, varlık içinde yokluğun ne olduğunu kendi penceresinden göreceği için, hareketi de ona göre olacaktır. Haliyle yardımı da ihsanı da himmeti de bu minvalde olacaktır. Bundan dolayıdır ki Yusuf aleyhisselam’ın Hazinedar olarak Mısır melikine danışmanlık ettiği, Kur’an’da da bahsi geçen kıtlık döneminde iki günde bir iftar ettiği rivayet edilir, fukaraya zahire dağıtırken merhametli davranmak adına. Zira atasözünden de hepimizin malumudur; tok, açın halini bilmez.
Şehir efsanesi olması muhtemel olmakla birlikte Fransız Kraliçesi Marrie Antoniette’in Fransız ihtilalini netice verecek yoksulluktan bihaber olduğunu ifade eden “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü bunun ete kemiğe bürünmüş hali olsa gerek.
Ayrıca bir atasözümüzde “az veren candan” deriz. Bunu derken daha samimi, daha içten, daha duyarlılıkla verir anlamında deriz çoğu zaman. İşin esasında yokluk sebebiyle miktar olarak az verenin, çok verenden çok vermiş olması daha olasıdır. Çünkü zengin belki varının kırkta birini vermişken, fakir tüm varlığını vermiştir, yani yüzde yüzünü. Yine de az verenin gerçekten canından bir parça vermiş olabileceği hatırdan çıkarılmamalıdır. Kimi sahabe biliriz ki Bedir’de ordunun teçhizi için ne Hz. Osman ne Hz. Ebubekir ne de diğer varlıklı sahabeler gibi verecek malı olmadığı için, Allah’a canından başkasını sunamamıştır sadaka olarak.
Mehmet Sait Paşa, bu beyti yazarken düşünmüş müdür bilmem ama bu beytin aklımıza ima ettiği bir mesele daha var ki o da kemal bulan her şeyin zeval de bulması gerçeğidir. Zira gölgenin en kısa olduğu an, güneşin en tepede olduğu andır, yani yükseleceği son noktaya geldiği için bundan sonra zaman aleyhine işleyecek ve zevale meyledecektir; yani kudret ve iktidarı da elinden zamanla gidecektir. Onun için sıkıntı, hastalık, musibet anında sabretmek gerektiği gibi; saadet, zenginlik, kudret gibi aldatıcı unsurlar karşısında da sabretmek gerektir. Çünkü ikbal de musibet gibi geçicidir.
Hele kudret ve itibarı kendi zatından değil, bulundukları mevkiden neşet edenlerin başının üstünde, gözünün önünde her daim bu hakikat durmalı ve akıllarından hiç çıkmamalıdır. Belki ikbal ehli için en kıymetli bir hediye olmak üzere Sait Paşa merhumun levhasının yanına bir serlevha da biz ekleyelim ve diyelim:
“Bu da geçer ya hu”