30 Ekim’de İzmir’de yaşanan deprem felaketi ile bir kere daha ülke ve millet olarak yıkıldık. “Sesimi duyan var mı?” çağrısına karşılık küçücük bir fısıltı için tek yürek olduk. Arama-kurtarma ekipleri ile sağlık çalışanlarının başarısı için ellerimizi açıp dua ettik. Enkazın altında kalan her bir can için endişe duyduk. Tıpkı Erzincan, Gölcük, Düzce, Bingöl ve Van depremlerinde olduğu gibi…
Her felaket anında olduğu gibi et ve kemikten olduğumuzu, ölümsüz olmadığımızı hatırladık. Her nefsin ölümü tadacağı gerçeği ile yüzleştik. Dünya bir ağaç gölgesiydi ama biz unutmuştuk bunu. Depremin sarsıntısıyla bir nebze olsun uyandık, kendimize geldik.
Bu deprem kimimize insani yönümüzü hatırlattı, ancak kimileri de bu felaketi sosyal medyadaki “çok takipçili kanalizasyonları” için fırsat görerek insanların acılarını ekmeklerine katık etti. Aşırılık yapan bu “türedi tipler”, bu “enkaz karakterli müsveddeler” acının ve felaketin mizahı olmadığını/olmayacağını ya bilmiyorlar ya da umursamıyorlar. İşte asıl yıkım ve enkaz budur.
Bugün üzülerek gençlerin sosyal medyada takipçi kazanmak için yapmadıkları/yapamayacakları şeyin kalmadığını hayretler içerisinde görüyoruz. Onur, haysiyet, insanlık gibi yüce kavramları yıkan ve enkaz altında bırakan bir şehvet bu. “Reklamın kötüsü olmaz.” diyen bir kötü düşünce artığı. Cinsiyeti, adı, kimliği meçhul bir “meşhur”un toplumun sinir uçlarıyla hoyratça oynaması… Depremden daha tehlikeli, depremden daha yıkıcı bir durum…
“Deprem olurken ben” ifadesi altında yüzsüz yüzüyle bir müptezel, “İzmir’deki depreme saygı duyuyorsanız bu videoyu beğenin, depremi hissettiyseniz beni takip edin.” diyebilen bir yılışık, “Sallanan hayallerimdi, siz deprem sandınız.” diyen bir başka sosyal medya maymunu… Depremden sonra “Enkaz altındayım, lütfen beni kurtarın.” şeklinde yazılmış onlarca sahte mesaj da cabası.
Elbette kötü örnekleri genele yayma amacında değilim ancak bu “zihniyet” bir ur gibi içimizde günden güne büyüyor. “Z Kuşağı” olarak adlandırılmakla bir karaktere bürünüp meşru olduklarını düşünüyorlar belki de. Yaşananları sanal bir oyun olarak algıladıkları anlaşılıyor. Bir gencin günler sonra enkaz altından çıkan bir depremzede için “O kadar saat telefona bakmadan nasıl durmuş?” diyebiliyor olması durumun vahametini ortaya koyuyor. Uzmanlar bu kuşağın ebeveynleri tarafından aşırı ilgilenilmiş, kontrol edilmiş kuşak olduğunu, bununla birlikte toplumsal aidiyet duygularının da zayıf olduğunu ileri sürüyor. İnternet ve özellikle sosyal medya bu gençler için hayati öneme sahip. Anlık yaşayıp anlık paylaşıyorlar ve beğenilme duygularını rakamlar üzerinden değerlendiriyorlar.
Z Kuşağının şimdi sosyal medyada hükmü geçse de yakında onu tahtından edecek bambaşka bir kuşak kapıda: Alfa Kuşağı. Bebekken bakıcıları ekran olan bu kuşak büyüdüğünde nelerle karşılaşacağız Allah bilir.
Eleştirsek de bu şahsiyetsizliği kabul etmesek de söz konusu bu memleketin gençliği. Onları bu “global enkaz”ın altından kurtarmak en başta anne-baba ve eğitimcilerin görevi… Arama-kurtarma ekiplerindeki hassasiyet ve sabırla uğraşmak lazım. İnterneti ve sosyal medyayı nasıl kullanacaklarını öğretmekten öte hayata bakış açıları ile ilgili yön vermek lazım. Nasihat etmekten daha çok doğru örnek olmak gerekli… Onları -şimdi mazi olan- kendi zamanımıza göre değil içinde bulundukları zamana göre eğitebilmek için biz yetişkinlerin de bu çağı anlama gayreti içinde olmak da bu işin önemli bir parçası.