FİLENİN SULTANLARI VE İSLAM’IN KILIK VE KIYAFETLE ALAKALI HÜKMÜ

Türkiye’de belli çevreler sürekli İslamiyet ve Müslümanlar aleyhine, aşağılayıcı, hakaret edici, dışlayıcı şekilde bir şeyler yapıyorlar. Yapılan İslam karşıtı bu davranışlar, bazen Müslümanlar üzerinde yılgınlıklara, korkulara, tavırlarında sapmalara sebep olabiliyor.

Bu yazımızda temel maksadımız, birilerini rencide etmek, birilerine dayak atmak, hedefe koyarak onları günah keçisi haline getirmek değil, yaşanan birkaç vakaya, isim vermeksizin yer vererek, olması gerekenlerle alakalı değerlendirmeler yapmaktır.

Bir Müftünün Bir Vaizi “İkaz” Etmesi ve Diğer Bazı Vakalar

Bir ilimizde, bir merkez vaizi, camide verdiği vaazde tesettürle alakalı konuşuyor. Vaiz, vaazında bu konu ile alakalı mealen şunları söylüyor: “Müslümanların konuşmaları, giyimleri, tavır ve ilişkileri, Allah’ın kitabına, Peygamber Efendimizin sünnetine uygun olmalıdır. Allah, bir Müslüman hanımefendinin nasıl giyinmesi gerektiğini Kur’an-ı Kerim’de açıklamış, Peygamber Efendimiz (SAV) de bu mevzuun detaylarını izah etmiştir. Başarıya gidilecek yolda Allah’ın yardımını isteyen kişilerin, bu yolda kullandıkları vasıtaların da İslâm’a, Kur’an’a ve Sünnete uygun olmaları gerekir. Hatta voleybolcu da, basketbolcu da, güreşçi de olsa başarıya ulaşmak için gayret gösteriyor, Allah’ın yardımını bekliyorsa, Allah’ın razı olduğu şekilde giyinmesi beklenir”.

Vaiz Hocanın bu konuşmalarına, cemaatten birkaç tepki göstererek, “sen bunu filenin sultanları için söylüyorsun, senin arkanda namaz kılınmaz” diyerek camiyi terk ediyor.

Mesele il müftüsüne intikal eder. Müftü, vaizi huzuruna çağırır ve şu îkazâtı yapar:

“Biz Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, Anayasanın 36. (136 olacak) maddesinde de ifade edildiği gibi, laiklik çerçevesinde her türlü siyasi düşüncenin dışında kalarak, milletçe birlik ve bütünlüğü esas alarak, kanunlarla bize verilen görevlerimizi en iyi bir şekilde yerine getirme gayreti içindeyiz. Milletimizin gururu olmuş, milli sporcularımız hakkında hedef gösterilerek böyle bir konuşma yapılması kabul edilemez. Biz görevlimize gereken “İKÂZ”IMIZI yaptık”.

Bir başka vakada, filenin sultanları olarak bilinen Türk Voleybol Milli takımında oynayan voleybolcuların kıyafetlerinin İslam Dininin hükümlerine uygun olup olmadığı kendilerine sorulmuş olacak ki, bu soru üzerine, Diyanet İşleri Hukuk Müşavirliği, milli voleybolcuların kıyafetlerinin “ayıp ve haram” olduğunu söylemiş. Burada “ayıp” kelimesi İslam’daki adab-ı muaşeret kaideleri içinde “bazı haramlarla” bir bütünlük teşkil etmektedir.

Ünlü(!) bir gazeteci de, Diyanet İşleri Müşavirliği’nin filenin sultanları ile alakalı bu açıklamaları hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Benim vergilerimden bu gibi insanların gırtlağından geçen 1 kuruş varsa haram olsun. … Bunlar insan değil. Ben spor izlerken bir şey hissetmiyorum, ben manyak mıyım? Ama bunlar manyak. Sakalsız erkeğe hallenen sapık başkasına ne yapmaz. Bunlar bulsalar seni, beni götürür. …Türkiye’de bizim vergilerimizle bu adamlara makam veriyorlar. Bu bana ağır geliyor”.

Genel Değerlendirmeler

Burada, yukarıda yer verdiğimiz vakaların tamamı hakkında bütünlük içerisinde değerlendirmeler yapmak istiyorum. Bu konuya ilişkin aşağıdaki belirlemeler yapılabilir:

(1) Bazıları İslam Dininin emirlerinden bahsedilmesinden, bunların insanlara anlatılmasından rahatsızlar; istiyorlar ki İslâm’ın helal ve haram olanlarla alakalı emirlerinden ve nehiylerinden hiç söz edilmesin; insanlar haramları diledikleri şekilde/rahatlıkta işlesinler.

Elbette ki bazıları günahları işleyebilirler, laik devlet onlara, başkalarına zarar vermek vb. hukuki çerçevede müdahaleyi haklı kılacak şartlar oluşmadığı müddetçe karışmaz.

Bazı kişiler, haram-helal ayrımını kabul etmezler; seküler bir düşünce ve hayat tarzına sahiptirler, hayatlarını da inandıkları gibi yaşarlar, bu yaşantılarına mani olunmasını istemezler. Laik bir devlette bütün bunları istemek hukuki çerçevede teminat altındadır.

Bazı kişiler, aslında inandıkları İslâm Dinine göre, işledikleri bazı fiillerin haram olduğuna inanırlar, ama zaruret derler, umumi yaşantı böyle derler, çağın gerekleri derler, ne yapalım herkes ya da çoğunluk böyle yaşıyor, çoğunluğa ayak uydurmasam ayıp olur derler, bir sürü bir şeyler diyerek, o fiillerini kendince meşrulaştırırlar.

Bazı kişiler de, aslında yaptıklarının haram olduğuna inanırlar, ama ne yapalım nefis ve şeytana uyuyoruz, bu fiilleri yapmak nefsimizin hoşuna gidiyor, bir türlü bu hayattan vazgeçemiyoruz, Allah affetsin derler. Hatta yaptıkları günahlar için sürekli Allah’tan af dilerler, ama aynı yaşantıyı da sürdürmeye devam ederler. Kısaca bunlar için, sahip oldukları taklidi imanları, amellerini yönlendirmeye yeterli değildir” denebilir.

Elbette ki kişiler hangi saiklerle fiillerini işlerlerse işlesinler, bu fiillere dair İslam’ın hükümleri değişmez. İslâm Âlimleri ya da herhangi bir Müslüman, haramları işleyenlerden bağımsız olarak ya da bazı fiiller üzerine İslâm’ın ilgili hükümlerini söyleyebilirler.

İslâm’ın haram kıldığı bir fiili işleyen kişi, padişah da, uzaya giden ilk insan da, Cumhurbaşkanı da, dünyaca ünlü bir balerin, voleybolcu, futbolcu vs. de olsalar, yaptıkları fiiller, İslâm Dininin hükümleri açısından değerlendirilir ve bunların helal ya da haram olduğu ifade edilebilir. Bu, bir kişinin hedef gösterilmesi, tahkir edilmesi, bu yolla, laikliğin teminatı olduğu ifade edilen milli bir birlik ve bütünlüğün zarar görmesi olarak değerlendirilemez.

Efendim, “bu fiilleri işleyenler şöyle kahraman, böyle yiğit, şöyle ünlü, böyle büyük işler başardılar, onların bu üstün yiğitlikleri, kahramanlıkları, şöhretleri sebebiyle, İslam’ın bu hükümlerini onlar için söyleyemezsin” demek, İslam Dininin ifade hürriyetini yok etmektir. Hele ki, bu yasakçı fikirleri laikliğe dayandırmak, laikliği din karşıtlığı haline getirmektir.

Özet olarak ifade etmek gerekirse, İslâm Dininde, helaller ve haramlar, işleyenlerin kişisel durumlarına göre değişmez. Bazı kişilerin ünlü olmaları ve bu ünleri ile birlikte bazı haramları işlemeleri bu kişilerin fiillerinin haram olduğunun söylenmesine mani değildir. Aksi halde, Dinin kişilere göre tahrifi söz konusu olacaktır ki, bunun kabulü mümkün değildir.

(2) Bazıları, bazı güncel dini konuların polemik konusu olacak şekilde konuşulmasının laiklikle çeliştiğini, bu bağlamda laiklik çerçevesinde her türlü siyasi düşüncenin dışında kalınarak, milletçe birlik ve bütünlüğün esas alınması gerektiğini söylemektedirler.

Bazı (laikler demiyorum; çünkü laiklik devletin sıfatıdır) laikistler; dini hassasiyeti olmayan sekülerler, İslâm’ın helal ve haramlara ilişkin hükümlerinin, filenin sultanları, Dünya şampiyonu güreşçilerimiz gibi, bazı ünlülerin fiilleri konu edilerek söylenmesini, demokratik hukuk devleti ve insan hakları anlayışı ile uyumlu olmayan, otoriter rejimlere özgü, militan, baskıcı laiklik telakkisi ile uyumlu görmeyebilirler.

Ama artık Türkiye’de, din hürriyetini siyasi fikir hürriyeti kadar teminat altına alan çoğulcu, demokratik, kapsayıcı laiklik söz konusudur. Anayasanın 2. maddesindeki “insan haklarına saygılı, demokratik, laik, hukuk devleti” ile tam da bu laiklik öngörülmektedir.

2012 yılından önce Anayasanın 2. maddesinde bahsini ettiğimiz bu hükümleri yok ederek anayasayı çiğneyen otoriter, militan laiklik uygulamaları, artık geçerliliğini yitirmiştir. Bu sebeplerledir ki, bu otoriter militan laikçilere “geçti Bor’un pazarı, sür…” derim.

Çoğulcu demokratik laiklik telakkisinde, din ve vicdan hürriyeti kapsamında dini fikirlerin ifade edilmesi ile siyasi fikirlerin ifade edilmesi arasında fark yoktur. Bu ülkede her ikisi de eşit düzeyde teminat altındadır. Siyasi fikirlerin ifade edilmesinin sırf içeriğinden dolayı yasaklanması ile dini fikirlerin ifade edilmesinin bazılarının hoşuna gitmediği için yasaklanması arasında hiçbir fark yoktur.

(3) Yukarıda bahsini ettiğimiz sözleri sarf eden ünlü(!) gazeteci, İslâm Dininin bazı emirlerini sapıklık ve bu emirleri söyleyenleri de sapık olarak değerlendiriyor ve bu kişilere en aşağılayıcı hakaretleri ediyor. Nasıl benim ya da bir başkasının bu ünlü gazeteciye hakaret etmeye, onu aşağılamaya hakkımız yoksa onun da dindarlara hakaret etmeye, onları hadsizce aşağılamaya hakkı yoktur. Ona bu hakaretleri yapma hakkının verilmesinin manası, onun fikir ve hayat tarzının mutlaklaştırılmasıdır ki, buna hiçbir kimsenin ne hakkı, ne de haddi vardır.

Ödenen vergilere gelince. “Ey ünlü(!) gazeteci, merak etme, bu ülkede sadece senin gibi din karşıtları vergi vermiyorlar, dindarlar da vergi veriyorlar, kendin verdiğin vergilerin çağdaş dediğin seküler görevlilere, dindar din görevlilerine verilen maaşların da dindar kişilerin vergilerinden ödendiğine kanaat getir” de biraz rahatla. Aksi halde, bu sefer de bazı dindarlar, “benim vergilerim İslâm Dinine inanmayanlara verilemez, verilirse orasına burasına dursun” der ki, bunun sonu gelmez. Çoğulcu demokrasilerde, vergilerin, -hukukun dışına çıkılmadıkça- kime gittiğine bakılmaz, verilen bu vergilerin hak edenlere gidip gitmediğine bakılır. Kimsenin de, inancının gereklerini yerine getirdiği, inancının gereklerini savunduğu, ifade ettiği için, bu vergilerin kendisine ödenmesini hak etmediği söylenemez. Aksi halde, kendinden başkasına hayat hakkı tanımamış olursun ki, anayasal zeminde buna hakkın yoktur.

(4) Bu müftü efendi, Kur’an’daki tesettürle alakalı ayetleri bilmeyen bazı kişilerin kamuoyunu harekete geçirerek meydana getirdiği psikolojik baskılardan korkmuş görünüyor.

Oysa bu Müftünün, vaizi îkâz ederken, bazı şarlatanlar yerine, herşeyden önce Allah’tan korkması gerekmiyor mu?  Bir vaizin, Allah’ın emirlerini açıklarken, bazı kişilerden gelebilecek tepkilerden korkarak Allah’ın emirleri yerine, Allah’tan korkmayarak, farklı şeyler mi söylemesi icap ediyor?

Mesela, bu müftünün, tepkilerden korkarak, “LGBT, iyi bir örgüttür, açılıp saçılmak medeniyettir” demesi ya da “filenin sultanlarının, basketbolcu ve güreşçi bayanların, tesettüre uymayan kıyafetleri sebebiyle, vaazlerde tesettürden hiç bahsetmemesi” mi gerekiyor?

Mesela, Kur’an’da şu ayetler mevcuttur: Bize, ‘namazı dosdoğru kılın ve Allah’a karşı gelmekten sakının’ diye emrolundu(Enam, 72), hepiniz O’na yönelerek O’na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın (Rum, 31). Bu ayetlere göre, namaz kılmak farzdır. 2017 yılında MAK Araştırma şirketi tarafından yapılan ankete göre ankete katılanların %78’i namaz kılmadıklarını açıklamış. Vaizler, bu neticeye bakarak, “namaz kılmak farzdır, namaz kılmayanların ahirette hesap vermeleri çok zordur, namaz dinin direğidir, kâinatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra da namazdır, namazı terk eden bir kimse, onun farz olduğunu inkâr ederse, bütün âlimlerin içtihadına göre kâfir olur; farz olduğunu inkâr etmemekle birlikte namazı, kılmakla kılmamak arasında pek farkın olmadığını söylerse müşrik olur, namaz farzdır deyip kılmazsa günahkâr olur” diyemeyecekler mi?

İslam’ı, İslam’ın kaidelerini, şeriatı vaizler anlatmayacak da mahalle bakkalı mı, otobüs şoförleri mi, cesur, hiçbir dini bilgisi olmayan işadamları mı anlatacak?

Müftü efendiye sormak lazım; vaizlerin vazifesi nedir, ne işler yaparlar, îkâz almamak için vaizler, İslâm Dinini laiklik şartlarıyla uygun hale getirip harmanlayarak mı anlatmalılar?

Peki, birisi kalksa “bence asıl senin gibi müftülerin arkasında namaz kılınmaz” dese (ki twitter hesabından birisi bu soruyu sormuş ta) ne olacak o zaman?

Vaizlerin konuşacakları hemen her konu esasen güncelle ilişkilendirilerek birileri tarafından polemik konusu yapılabilir. Ayrıca, günümüzde hemen hemen çoğu konu, bazı seküler kesimlerin damarlarına dokunuyor; o zaman o konular güncel diye vaazlerde anlatılmayacak mı?

Bu konuya ilişkin son sözümüz şudur: Vaizler, İslam Dininin emir ve nehiylerini insanlara anlatmakla vazifeli resmî din görevlileridirler. Onların işi, Müslümanlar için, farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, müfsid olan fiil ve davranışların neler olduğunu anlatmaktır. Onlardan bunların dışında bir iş yapmalarını istemek, onların görevlerini kötüye kullanmalarını istemektir. Daha sarih bir şekilde ifade etmek gerekirse, vaizlerden, “voleybolcular voleybol oynarken, futbolcular futbol oynarken, basketbolcular basketbol oynarken, boksörler boks maçı yaparken, İslam Dininin tesettürle alakalı hükümleri uygulanmaz” demesini beklemek ya da istemek, vaizden Kur’an’ı tahrif etmesini beklemek ve istemektir ki, bunu istemek kimsenin hakkı ve haddi değildir.

(5) Bir kişi, fikirleri ifade hürriyeti kapsamında, faizin, açık saçıklığın, İslam Dininin haram kıldığı diğer fiillerin, sözlerin, tavır ve davranışların, kendi hayat tarzı olarak gerekli olduğunu, siyasi düşünce ve kanaatleri ile uyumlu olarak savunabilir, ben bunları uygun görüyorum, başkalarına da anlatıyorum, onlara fikir olarak öneriyorum diyebilir. Bu, onun siyasi fikirlerini ifade hürriyeti kapsamına girer ve anayasal teminat altındadır.

Bazı kişiler de, inanç hürriyeti kapsamında, inandığı İslam Dininin helal ve haramlarla alakalı hükümleri çerçevesinde, faizin, açık saçıklığın ve diğer bazı fiillerin, sözlerin, tavır ve davranışların haram olduğunu, kendisinin bu filleri işlemediğini, Müslümanların da dini inancı gereği bu fiilleri işlemesinin haram olduğunu söyleyebilir. Bunları söyleyebilmek, din ve vicdan hürriyetinin teminatı altındadır. Aksi yönde bir anlayış, din ve vicdan hürriyetinin inkârı, tanınmaması ya da özü zarar görecek şekilde eksik tanınması manasına gelir.

Bazı fikirlerin ifade edilmesi, bazılarının hoşuna gitmeyebilir, bazı fiiller, onların hayat tarzı ile uyumlu olmayabilir. Mesela namaz kılmak, otuz gün süreyle, bazı mevsimlerde 17-18 saat aç durarak oruç tutmak, maddi gözle görünmeyen Allah’ın, meleklerin, ahiretin varlığına inanmak, nefsin hoşuna giden tarzlarda giyinmemek, Allah’ın haram kıldığı ama insanın nefsini mest eden işleri yapmamak, materyalist birisinin tuhafına gidebilir, bu kişiler “nefis ve zevk sahibi, gözü, aklı olan birisi nasıl bu şekilde hareket edebilir” diye düşünebilir. Bu kişiler, bütün bu yapılanların aksi yöndeki fikirleri savunabilirler, karşıdakini rencide etmeksizin, aşağılamaksızın, hakaret etmeksizin, senin bu fikirlerini ve hayat tarzını benim şu muhteşem(!) aklım bir türlü anlamıyor diyebilir. Bütün bunlar ifade hürriyeti kapsamındadır.

Bir aracın şoförsüz, onun hareket etmesini sağlayan bir güç olmaksızın hareket etmesinin mümkün olmadığını gören birinin, her an sayısız hareketlerin gerçekleştiği kainatın kendiliğinden hareket ettiğine nasıl inandığını; bir iğnenin ustasız, ilimsiz olmayacağını bilen birinin, bir elmanın kendiliğinden olduğuna nasıl inandığını; eczanelerdeki ilaçların belli bazı formüllere göre, belli hassas miktarlardaki maddelerin ilim sahibi bir kimyager tarafından bir araya getirilerek yapıldığını gören bir kişinin, hiçbir ilmi ve kendiliğinden icat etme yeteneği mevcut olmayan çok sayıda elementin, kokunun, aromanın tesadüfen bir araya gelerek elmayı yaptığına inandığını anlamıyorum diyebilir. Yani İslâm Dinine inanan bu kişiler, materyalist fikirlerin akli ve mantıki çerçevede kabulünün mümkün olmadığını söyleyebilir.

Burada empati yapılması lazımdır. Dini inanç değerlerinin ifade edilmesinden rahatsız olanlar bilsinler ki, kendi yaşantıları da dindarların inancaları ile uyumlu olmadığı için, bu kişileri hoşnut etmemektedir. Karşılıklı hoşnutsuzluklar söz konusudur.

Çoğulcu demokratik laik devlette, her iki kesimin, hoşnut olmasalar da, birbirlerine zarar vermeksizin, inkâr etmeksizin bir arada hayat sürdürmeleri, her birinin kendi siyasi veya dini fikirlerini ifade etmeleri, inandıkları gibi yaşamaları teminat altındadır. Bu işler yapılırken de hiçbir kimse başkalarına düşmanlaştırarak zarar veremez, kendi fikirleri ve hayat tarzları ölçütünde onlara hakaret edemez, onları aşağılayamaz.

 

 

 

Exit mobile version