“Topu gerilerden getiren Ökkeş’ten, Lami’ye… Sağ kanattan hızlıca ilerleyen Lami’den bir orta, Himmet’ten bir kafa ve gol…
Goooool! Dakika doksan, seyirciler ayakta. Muhteşem bir maç sayın seyirciler. Duman Spor şampiyon…”
Futbolun birleştirici gücü daha stada girer girmez başlamıştı! Duman ve Ateş Sporun taraftarları maçı izlemeye gelmekten çok, kılıç kuşanmış yeniçeriler gibi ayrı ayrı yerlerde mevzilenmişlerdi. Maçın başlamasına dakikalar kala her iki takımın amigoları çıkmıştı sahneye. Seyirciler arasında gezinen amigolar bir orkestra şefi maharetiyle kendi taraftarlarını yönetiyorlardı. Seyirciler, söylenenleri harfiyen yerine getirmekte en ufak bir tereddüt göstermiyorlardı. Taraftarlar kendi payeleri artıyormuş gibi “En büyük başkan bizim başkan.” “En büyük takım bizim takım.” gibi sloganlarla yeri göğü inletiyorlardı. Fakat bu tür sözler bir derbi maçı için ısınma hareketi sayılırdı.
Taraftarların daha keskin, daha vurucu, daha tahrik edici söylemlere ihtiyaçları vardı. “Cehenneme hoş geldiniz!” “Buradan çıkış yok!” “Severiz seni ölümüne…” sözlerini amigolar eşliğinde tempo tutarak tekrar eden seyirciler, cezbeye gelmiş gibi kendilerinden geçmişlerdi. Verilen her komutla hop oturup hop kalkıyorlardı. Hâllerine bakılırsa belirli bir kıvama geldikleri de söylenebilirdi. Bundan sonrasını futbolcuların performansı belirleyecekti.
Nihayet iki takımın futbolcuları birer ikişer sahaya çıkmaya başlamışlardı. Takımların formaları seyircileri ve hakemleri rahatsız etmeyecek şekilde en kaliteli kumaştan tasarlanmıştı. Formaların sağında takımlarının bayrağı, solunda logoları, ortasında ise maçın sponsoru olan firmanın reklamı yer alıyordu. Takımlar, yeşil çimlerin üzerine geldikten sonra tek yumruk olduklarını gösterircesine el ele tutuşarak seyircileri selamladılar. Ardından yanlarında getirdikleri afişi açtılar. Afişte büyük harflerle “SPOR BARIŞ VE KARDEŞLİK DEMEKTİR” yazıyordu. Fakat seyirciler yazıdan çok oyuncuların performanslarıyla ilgileniyordu. Maç öncesi futbolcular saha içerisinde agresif tavırlarıyla kasıla kasıla yürüyor, bazen de hünerlerini göstermek için yeri tutan kısa dişli siyah kramponlarının iç taraflarıyla toplara ağırdan alarak vuruyorlardı. Bazen de taraftarlara kendilerini göstermek için topu dizinde saydırıp başlarında sektiriyorlardı. Zaman zaman da karşı takımın oyuncularına müstehzi bakış fırlatmaktan da geri durmuyorlardı. Bunlar pekâlâ futbolun yapısından kaynaklanan makul tavırlar olarak görülebilirdi.
Nihayet alkışlar, sloganlar, ısınma hareketleri ve kale seçimi derken düdük sesiyle maç başlamıştı. Ateş Sporun yakaladığı ilk atakta ıslık seslerinin küfür sesleriyle birleşmesi, ileride maçın zorlu geçeceğinin habercisi gibiydi.
Zordu futbolcu olmak…
Her daim küfür yemek kötü bir duyguydu. Hakemlerin işi çok daha zordu. Oyuncular genelde bir tarafın küfrüne maruz kalırken, hakemler her iki taraftarın da hışmına uğrayabiliyordu. Penaltıda küfür, autta küfür, kornerde küfür, taçta küfür, faulde küfür velhasıl doğru ya da yanlış verilen her kararda küfür yemek kolay kolay hazmedilebilecek bir durum değildi. Böylesi bir ortamda hakemlerin hakikaten sağlıklı karar vermelerini beklemek oldukça zordu.
Oyunun gidişatına bakılırsa seyirciler de tıpkı futbolcular gibi beraberliği kanıksamış gibiydiler. Lakin Duman Sporun son dakikada ani bir kontra atak yakalaması her şeyi değiştirmişti. Ta gerilerden topu sürüp getiren Ökkeş, Lami’ye pas vermiş, Lami de aynı ustalıkla topu taşıdıktan sonra “Al da at.” der gibi topu Himmet’e ortalamıştı. O da basit bir kafa vuruşuyla meşin yuvarlağı doksana, tam da doksanıncı dakikada atmayı başarabilmişti. Atılan golle tribünler yıkılıyordu âdeta. Bir tarafta “oley” sesleri yükselirken, diğer tarafta ise “yuh” sesleri yeri göğü inletiyordu. Neyse ki gürültüden kadınlar ve çocuklar edilen küfürleri duymamışlardı!
Taraftarlar arasında tuhaf bir bağ vardı sanki. Bunca farklı rengi bir araya getiren duygu ne olabilirdi? Kimisi rahat bir pazar günü geçirmek için oradaydı. Kimisi kazanma hırsını tatmin etmek için, kimisi yalnızlıktan, kimi aradığı deruni huzuru meşin yuvarlakta görmek istediğinden, kimi para bolluğundan, kimi de size garip gelebilir ama fukaralığından oradaydı. Hatta seyircilerin içerisinde eşiyle kavga edip gelenler de azımsanmayacak kadar çoktu. Gelenler yanlış limana demir atmış olsalar da “huzuru” bulmak için oradaydılar. Aylar öncesinden aldıkları bilete bonbon şekerine kavuşan çocuklar gibi sevinmeleri başka türlü nasıl izah edilebilirdi? Oysa huzuru bulmanın önündeki en büyük engel, ısrarla huzurun peşinden koşmaktı. Belki de hayatı olduğu gibi kabullenmek daha huzur vericiydi.
Maç sonrası, atılan gole sevinenler ile matem tutanlar yollara dökülmüşlerdi. Ana caddeler, ara sokaklar her iki takımın formalı fanatikleriyle doluydu. Maç doksan dakikadır diyenler büyük bir yanılgı içinde olmalılar. Doksan dakika eşittir bir gün, bir gün eşittir 1440 dakika, hatta futbol da daha fazlası demektir. Çünkü her şey sahada olup bitmiyor…
Şehir meydanlarında bildik bir tablo vardı yine. Sokaklar, korna sesleri, çığlık sesleri ve küfür sesleriyle dolmuştu. Edilen küfürler mide bulandıracak cinstendi. Külhanbeyi kılıklı bir adam, elindeki satırıyla karşı taraftarların arasına daldığı sırada sokağın başındaki iki katlı evin balkonundan bir annenin acı feryadı duyuldu. Serseri birinin elindeki silahtan çıkan serseri bir kurşun parçalamıştı daha on yedisine bile girmeyen masum bir gövdeyi. Annenin çığlıkları siren sesine karışıyordu. Ne yazık ki gencecik çocuk, hastaneye ulaşamadan ambulansın içerisinde can vermişti. Bu kaçıncı masumdu toprağa düşen? Bu kaçıncı feryattı gökleri ağlatan? Sahi hangi galibiyet bir annenin yüreğini teskin edebilirdi? Hangi şampiyonluk bir insandan daha değerli olabilirdi?
Çocuğu vuran maganda, tıpkı diğer maçlar da olduğu gibi sırra kadem basanlardan biri olmuştu. Taraftarlar taşla, sopayla, satırla, çakıyla, döner bıçağıyla ya da ne buldularsa onunla saldırıyorlardı birbirlerine. Sanırsınız ki düşmana karşı Malazgirt Meydan Muharebesi yapılıyor.
Renkleri ne olursa olsun taraftarlardaki aidiyet duygusu, ortak kimlik vurgusu, tarafgirlik gibi özellikler yanlış tahrikle birleşince korku salıyordu sokaklara. Polis olayları bastırmak için takviye ekip istemişti. Kör kurşunla ölen gençle birlikte, çıkan kavgada üç ölü ve çok sayıda yaralı vardı. Bıçakla darbesi alanların ikisi, şehrin en işlek caddesinde can vermişlerdi.
Yaralılardan üçünün durumu ise ağırdı. Her iki takımdan olaylara karışan yirmi kişi gözaltına alınmıştı. Taraftarlar, orantısız güç kullanıyor diye polisi suçluyorlardı. Üstelik güvenlik kuvvetleri ile ilgili söylenenler sadece bunlar da değildi. “Maçtan bir gün önce önlem alsalarmış, iki takımın taraftarlarını birbirlerini görmeyecek şekilde dağıtsalarmış, araya barikat kursalarmış, mış, mış, mış…
Müsabakanın akşamı da oldukça hararetli geçmişti. Bütün meselemiz futbolmuş gibi spor yazarlarımız canlı bağlantılarla olanları bitenleri en ince ayrıntısına kadar tartışarak kamuoyunu aydınlatmaya çalışıyorlardı. Skora hiçbir tesiri olmayan görüntüleri saatlerce iki ileri bir geri oynatarak tartışmalarıysa tam bir komediydi. Yorumcularımız, yazarlarımız bir gecede böyle önemli bir maçı kapatacak değillerdi elbet. Sırf bizim için haftalarca konuyu gündemde tutacaklardı! Hem sadece olayları değil, olayın arkasındaki sebepleri de konuşacaklardı uzun uzun. Ateş Sporlu Nevzat’ın hakemin yanlış bir kararıyla nasıl kırmızı kart alarak atıldığını da yatıracaklardı masaya. “Nevzat oyundan atılmasaydı Ateş Spor oyunu kazanabilir, hatta kazanmakla da kalmaz fark bile atabilirdi.” diyordu basına demeç veren bilindik yazarlardan biri. Ve ekliyordu: “Ama ne olduysa hep o kırmızı kart yüzünden karıştı meydanlar…”
Bütün olumsuzluklara rağmen maç yine de güzeldi! Taraftarlar borçlarını, kavgalarını, davalarını, hayallerini, tasalarını unutup doyasıya eğlenmişlerdi. Ne karamsar sohbetler ne de boynu bükük şarkılar vardı hayatlarında.
Dünya basını bile bu ezeli derbiyi konuşurken bizlerin kayıtsız kalması düşünülemezdi. Allah var, halkımız da son derece duyarlıydı. Hasan Bey işçilerine günaydından evvel “Nasıl goldü ama…” diyerek başlamıştı sözlerine. Duman Sporlu olduğu bilinen Profesör Rüstem Bey ise ders vereceği amfiye doğru ilerlediğinde tezahüratlarla karşılanmıştı. Rüstem Bey, o günkü dersinde Duman Sporun doksanıncı dakikada attığı muhteşem golü ve Türk futbolunun dünyadaki durumunu yatırmıştı masaya. Bu arada normal şartlarda derslere katılmayan öğrenciler bile bu konuda oldukça istekli görünüyorlardı.
Öğrencilerin bir kısmı, atılan golde asıl payın gerilerden depar atarak gelen Ökkeş’e ait olduğunu söyleseler de büyük bir kısmına göre ibre Himmet’ten yanaydı. Onun o bitirici vuruşu olmasa ne çalımın ne deparın ne de asistin bir önemi vardı. O yüzden asıl övgüyü hak eden Himmet’ti. Sadece “Oyunuyla da değil duruşuyla, tavrıyla adam gibi adamdı.” di-yordu öğrenciler. “Milyonlarca hayran kitlesine sahip olması boşuna değildi elbette. 50 milyar nakit parası, birkaç araba koleksiyonu, denize nazır villaları, yatları, katları olsa da Allah var, mütevazılığından hiçbir şey kaybetmemiş.”
“Dünya starı ayarında bir futbolcunun aldığı ücret, ortalama 150 milyon TL olurken asgari ücretliye 8.500 TL gibi bir ücret ödenmektedir. 150.000.000/8.500=17.000 insanın aldığı maaşa denk gelen bir para bir futbolcuya ödeniyor.” dedi Rüstem Bey ve bir projeksiyon tuttu öğrencilerine. “Boşuna okumuşuz be çocuklar.”
Öğrencilerin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Arka sıralardan futbola meraklı Savaş:
“Hocam daha bitmedi.” dedi hayretle. “Kulüpteki diğer oyuncuları, teknik heyeti ve yöneticileri de hesaba kattığımızda elde edilen meblağ küçük ölçekli bir Anadolu şehrinde çalışanların maaşına denk neredeyse…”
“Ne diyorsun!” dedi hayretle sınıfın en çalışkan öğrencisi Emin.
Mutlaka her konuyla ilgili hazinesinde bir şiir bulunan Necati durur mu hiç:
“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişi bir pul Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa” diye bir dörtlük okudu bir şairden.
“Hocam, futbol sektörü sadece para mı kazandırır?” dedi sınıfın en muzip öğrencisi Hasan, dersi kaynatmak adına.
Profesör Rüstem Bey bu soruyu bekliyor gibi kürsünün her iki tarafını kapsayacak şekilde ellerini yerleştirdikten sonra konuşmaya başladı.
“Elbette ki hayır.” dedi önündeki kimya kitabını kapatarak. “Şöhretiniz, itibarınız artar. Gazetelerde sayfa sayfa hakkınızda yazılar çıkar, resimleriniz manşetleri süsler. Televizyonlar günlerce hep sizden bahseder. Doğrusu böylesine büyüleyici bir mesleği kim istemez ki… Bu rant sektörünün ayağına kapanmak isteyen sadece gençlerimiz de değil. Sıradan bir iş adamıysanız mesela kulüp başkanı olduğunuzda daha görünür olursunuz. Herkes size saygı duymaya başlar. Arkanızda taraftarın gücünü hissetmek size ayrı bir güç katar. Zenginliğinize zenginlik katarsınız daha sonra. Yalnız tüm bunların küçük bir bedeli var tabi.”
“Ne gibi” dedi, sınıfta pek konuşmayan Mesut.
“Diğer takımları olabildiğince eleştirmeniz gerekir.” dedi, Rüstem Hoca. Bir süre sonra eleştiri de kesmez. Şiddetin bir parçası olmak için pervasız açıklamalarda bulunursunuz. Diğer takımı kışkırtmak, tahrik etmek pirim kazandırır size. Aslında siz öyle olmak istemediğinizi söylersiniz, ancak şartlar zorlar sizi. Mıymıntı, herkese gülücükler dağıtan özellikle de karşı takımı öven başkanları ne yapsın ki taraftar?”
Bir kimya dersi daha futbolun bileşenlerinin karışımı ile kimyasal bir değişikliğe uğrayarak tamamlanmıştı. Futbol sorunları, ötelediğimiz bir Lale Devriydi. Mayında şehit olan askerler, patlayan bombalarla kolu kanadı kopan insanlar, çöpten ekmek toplayan çocuklar, sınırımızda yaşanan hadiseler, köprü altlarını mesken tutanlar, alkol ve uyuşturucu müptelası gençler, enflasyon, devalüasyon, işsizlik, dünyada ilk beş yüze bile giremeyen üniversitelerimiz, yapboz tahtasına dönen eğitim sistemimiz, ahlaki dejenerasyon, teknolojiyi üretmekten yoksun oluşumuz, yoksul oluşumuz ve daha fazlası “Gol!” sesleri altında unutulup gidebilmekteydi. Yalancı bir cazibenin peşinden koşup duruyordu insanlar. Dünyanın süper devletlerinin futbolda en alt yerlerde olmalarının bir izahı vardı kuşkusuz. En iyisi boş verin bunları. Futbolun bu kadar tefsire ihtiyacı yok. Nerede kalmıştık?
Topu gerilerden getiren Ökkeş’ten, Lami’ye, Sağ kanattan hızlıca ilerleyen Lami’den bir orta, Himmet’ten bir kafa ve gol…
Goooool! Dakika doksan, seyirciler ayakta. Muhteşem bir maç sayın seyirciler. Duman Spor şampiyon. Ağlamak istiyorum.
Kaynak: Ömürlük Hikâyeler/ Necati İLMEN, Süeda Yayınları, İstanbul