Habil, Kabil’e Karşı

Hz. Adem’in oğulları Habil ile Kabil arası çekişme insanlığın ilk cinayeti olarak bilinmesi yanı sıra tarih boyunca iyi ile kötünün amansız mücadelesinin simgesi olmuştur. Böylece iyi olmak Habil olmak, iyinin yanında olmak Kabil’in karşısında olmak olagelmiştir. Bir diğer deyişle iyi olup Kabil ile, kötü olup Habil ile anılmak pek mümkün görülmemiştir.

İktisatta Gresham yasası olarak bilinen yaklaşıma göre “kötü para, iyi parayı kovar”. Kuran ise “ kötü olanı daha iyi olanla def’ et” der(buyurur). Bundan şunu çıkarabiliriz; birbirine zıt şeylerin bir arada bulunamaması durumu söz konusudur.  Daha doğrusu iyilik ve kötülük sirayet ederek diğerinin yerini alır; böylelikle birisi hâkim olur. Duruş ve bakış açısı olarak bakıldığında pozitivist bakış hangisini çıkarına uygun görmüşse o tarafa meyletmiştir. Dolayısıyla böylesi bir sistemde iyiliğin veya kötülüğün hâkim olabilmesi söz konusu olabilir.

Ancak Müslümanca olaya bakarsak bizim tarafımız bellidir. Biz iyi olanın, hak olanın, hayra çağıranın yanında olmak durumundayız. Zaten yukarıda verdiğimiz iki farklı bağlamdaki misal aslında buna işaret etmektedir. Maddi dünyada kötü olanın iyi olanın yerini işgal etmesi mümkündür. Müslüman ise kötülüğü iyilikle def edecektir. Yani tarafı bellidir. Aksi alternatif olarak sunulmamıştır bile. 

İyilik ve kötülüğün bulaşıcı olması hikmetine binaen olsa gerek ki iyiliği emretmek ve kötülüğü men’ etmek Müslüman için farz kabul edilmiştir. 

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle değiştirsin” manasındaki hadis ise işin esasında iyiliğin tarafında yer almanın Müslümanın ayırt edici bir özelliği olduğuna işaret eder. 

Hatta kimin tarafında olduğunuz değil, kimin yanında olmadığınız bile önem kazanır. İmam Şafi’ye atfedilen “hakka taraf olmamakla batıla taraf olmak arasında bir fark yoktur” sözü bir cihette bu manaya işaret eder. Dolayısıyla bazen tarafımızı belirlerken kimlerin yanına düştüğümüze bakmamız yolumuzun selamet hakkında bir fikir verir. Peygamberimizin bazı meselelerde gayr-ı Müslimlerle benzeşmemek adına yaptıkları veya yapmadıkları ilke olarak aynı kapıya çıkar.

Bu özelliğin sadece şahsi hayatımızla sınırlı olamayacağı; hayatın her safhasında eğitimde, bilimde, siyasette, dış politikada geçerli kılınması gerektiği muhakkaktır. Yani insanın özne olduğu her işte Müslüman iyi olandan, hak olandan taraf olmak zorundadır, zarara uğramak pahasına.

Ne güzel demiş Ziya Paşa:

“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah

Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”

Bu bağlamda ülkemizin dış politikada çoğu zaman “erdemli yalnızlık” olarak karşımıza çıkan tutumu, İslam toplumları içerisinde en Müslümanca duruş kabul edilebilir. Dünya beşten büyüktür derken de, Filistin, Keşmir, Myanmar gibi uluslararası zulümlere atarken de bu yalnızlığı çoklukla zevk ediyoruz çok şükür. Dünyanın en zengin ve gelişmiş ilk on ülkesi içinde bile yer almazken, dünyanın en çok insani yardım yapan ülkesi olmamız da yine bu duruşun bir yansımasıdır.

Kuruluş gayesi ve var oluş sebebi Kudüs ve Filistin davası olan İslam İşbirliği Teşkilatı ve kan bağları olmasına rağmen Filistin, Suriye, Irak, Libya, gibi Müslümanların zulüm ve tahakküm altında ezildiği gelişmeler karşısında Arap ülkelerinin tutumu buna delil sayılabilir. Azerbaycan’ın uluslararası hukukça da teslim edilmiş haklılığına rağmen neredeyse Türkiye hariç hiçbir Türk ve/veya Müslüman devletin inancına yaraşır bir tavır ortaya koyamaması da aynı kefede değerlendirilmelidir.

Hele hele bazı ülkelerin, başındaki yöneticilerle olan sorunları yüzünden açıkça ve haksızca haktan taraf olma gayretinde ve niyetinde olan ülkemize karşı kin ve düşmanlık seviyesine ulaşmış olan yaklaşımları Müslümanlıkla değil, insanlıkla bile bağdaştırılamaz maalesef. Yoksa “bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletten ayrılmaya yöneltmesin” ikazının gereği sille-i te’dib yemeleri kaderin hiç de garip olmayan bir cilvesi olacaktır. 

Exit mobile version