Çok zekî olmak, tefekkür fışkırmak bundan nâşî filozof olmak, zor bir imtihan.
Evet İbn-î Sîna’dan bahsedeceğiz bu yazımızda…
Onu biraz tanıtmadan önce yaşadığı şu ilginç olayı aktarayım sizlere.
Zâten bu bile onun hakkında belli bir fikir vermeye yetecektir.
“Sürekli yanında bulunan asistanı bir gün İbn-i Sînâ’ya; “Eğer peygamberliğini ilan etsen, inananların olur” der. Bunu öylesine söylemez çünkü karşısında on yaşında hâfız olan dehâ üstü bir zekâ ve hâfıza kendisine ihsan edilen bir şahsiyet var. Bu hafıza ve zekânın yardımıyla İslâmî ve fennî bilimlerde de çok ileri seviyededir. Hekimdir, hekimlerin pîridir.
Evet, böyle ve bir çok husûsiyetleri olan meşhur bir zâtâ ve hallerine bizzat şâhit olarak yapılan bir tekliftir asistanının bu teklifi. Tabi ilan etsin diye değil, ona olan hayranlığın bir göstergesi olarak!
İbn-i Sînâ bu söz için “bunun asla mümkün olamayacağını sana sabah söylerim” der.
Sabah namazı vakti olur, İbn-i Sinâ asistanını kaldırır ve “falan yerden buzu kırıp oranın soğuk suyundan getirmesini” ister. Zirâ rahatsızdır ve soğuk suya ihtiyacı vardır.
Asistanı kalkmak istemez, erinir ve “soğuk suyun onu iyice hasta edeceğini” vs. söyleyerek tekrar yatar. Aynı kişi aradan biraz zaman geçtikten sonra, sabah ezanıyla kalkar ve gider o buzlu sudan abdestini alır ve namazını kılar. İbn-i Sîna işin burasında asistanına şunları söyler. “Gördün mü ben sana peygamberlik iddiâsının aslâ olamayacağını bunun öyle kolay bir şey olmadığını söylemedim mi? Bak yıllardır beni tanırsın, sözde peygamberlik iddiasına beni teşvik ederdin ama önemli bir ihtiyacım olduğu halde seni yataktan kaldıramadım. Ama sen biraz sonra çağlar öncesi bir davete yani Peygamber Efendimizin (sav) çağrısına hiçbir zorlama olmadan uydun, kalktın ve o soğuk sudan abdest aldın!”
Evet, sadece bulunduğu çağda değil gelecek çağlara da bilhassa tıbbi alanda yaptığı çalışmalarla damgasını vuran İbn-i Sîna; 980 yılında günümüz Özbekistan’ın da yer alan Buhara yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. Yalnız doğuda değil, ortaçağ Avrupa’sında da en büyük tıp bilgini sayılan İranlı Müslüman bir bilgin ve düşünürdür. Olağanüstü bir zekâ ihsan edilmiştir, bu sebeple de olsa gerek daha 10 yaşındayken Kur’an-ı Kerim’i ezberledi.
İbn-i Sina, Kuşyar isimli bir hekimin yanında tıp eğitimi aldı. Buhara’da babasından ve döneminin ünlü bilginlerinden özel ders ve iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü hafızası ve zekâsı da bu konuda ona çok yardımcı oldu. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı. Felsefe, edebiyat, matematik, tıp gibi çeşitli alanlarda engin bir bilgi birikimine ulaştı.
On altı yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. On dokuz yaşında doktor ünvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı.
Yirmi bir yaşına geldiğinde dönemin en büyük hekimlerinden biri sayılıyordu.
Evet böyle ve daha ötesi özelliklere sahip olan bir İbn-i Sina var karşımızda.
Lakin ne vakit felsefi eserlere yönelmiş, Eflatun’dan, Yunan Felsefesinden etkilenmiş, işte orada işler sarpa sarmaya başlamış.
Burada yanlış olan salt felsefeye yönelmesi ya da felsefenin tamamen kötü olması değil, felsefeyi hayatı, varlığı temellendirmede temel ölçü olarak kabul etmesiydi. Felsefenin sûri yani görünüşteki güzelliğine aldanıp, her şeyi akılla temellendirmeye çalışıp, felsefenin verdiği gözle hakikati, imâni kabulleri izah etmeye anlamlandırmaya çalışınca ve aklına yatmayan yerde felsefeyi tercih edince ve bu hususta îtikadi sapmalara girince -ki bu sapmaları burada zikretmek uzun olur- Çağdaşı olan Hüccetullah İmam-ı Gazali Hz.’leri, İbn-i Sina’nın savunduğu düşüncelerin küfür olduğuna ve bu görüşlere itikâd edenin de kafir olacağına” hükmetmiş.
Tabi buradan bakınca hemen İbn-i Sinâ’yı savunma refleksiyle “iyi de adamın insanlık âlemine yaptığı hizmetler, bilhassa tıp alanındaki fikirleri hâlâ gündemde” siz de hemen milleti kâfir yapmanın derdindesiniz diye bir şey akla gelir mi acaba bilmiyorum? Hani “Edison’un elektriği bulma” meseli gibi.
İnsanı asıl insan yapan evet itikâdır, îmanıdır, salih amelidir. Çünkü insan aslen bunun için yaratılmıştır. Maalesef bu hususta İbn-i Sînâ her şeyde ona yetecek olan vahyin, Kur’an’ın, Ehl-i Sünnetin düsturları varken, felsefenin düsturlarını esas alarak bu noktadan dalâlete düşmüştür. Onun vaziyetiyle ilgili kendi çağından bir okuma yapan ve eserlerinde kimi yerde ona atıflar yapan Üstad Bediüzzaman ise İbn-i Sînâ için; “âdi (sıradan) bir mü’min derecesini ancak alabilmiş” demiştir.
Evet, onca ilmî birikimin, zekânın, hâfızanın yanında ve bilhassa tıp alanında müthiş bir çığır aç, hatta öyle ki yanındaki asistanın “Peygamberliğini iddia etsen, inananların olacaktır” desin hayatının bir döneminde fâkih –fıkıh uzmanı- İslam hukuku âlimi olmaya niyetlensin ama felsefe ile iştigal edince ve maalesef onda boğulunca işte orada kendini kaybeden bir İbn-i Sîna da var karşımızda.
Elbette maksadımız bu zamandan İbn-i Sina’yı masaya yatırıp imanını sorgulamak değil, zaten bu satırları yazanı aşar ve bizim işimiz değil. Bu alanda otorite olan iki ismin bakış açılarını hükümlerini de aktarmış oldum. Bize düşen bu durumdan hisse almaktır.
Akıl, akıl akıl, diyerek aklı putlaştırmamaktır.
Günümüzün bilhassa ilahiyatçılarının ve felsefe ile de uğraşanların İbn-i Sînâdan alacakları çok dersler var. Hoş şimdikilerin çoğu habire konuşsa da, onun gibi tıp vs. alanında topluma faydalı şeyler ortaya koyamasalar da, yine sıradan bir mü’min derecesinde olmaktan hatta imanından olabilmekten Allah’a sığınmak lazım.