İÇİME BİR GÜNEŞ DOĞACAK MI? 2

Puslu düşüncelerim sınıf kapısının çalınmasıyla bir anda bozuluverdi:

“Gel!”

Gelen bir postacıydı. Selam verdikten sonra elindeki zimmet defterini uzatarak:

“Burayı imzalar mısınız, bir yazınız var” dedi.

“Nereyi, ha şurayı mı?”

Yazıyı kapalı bir zarf içerisinde aldığımda içimin bir anda eridiğini hissettim. İhtimal ki bu zarf okulumuza gelen müfettişlerin gönderdiği bir ceza yazısı olmalıydı. O gün kılık kıyafetim, saçım-sakalım dağınıktı. Evet, evet bu ifademin alınmasına dair yazılan bir çağrı yazısı olmalıydı. Zarfı sabırsızlıkla açtım:

“Olamaz, hayır bu mümkün değil!…”

Gece herkes yatağıma uyumak için girer ben ise düşünmek için girmiştim. Bir çıkış yolu bulmak istiyordum fakat ne mümkün. Beynimdeki her düşünce beni biraz daha geriyor, acımı biraz daha katmerleştiriyordu. Gecenin bir vakti açık hava ruhuma iyi gelir diye yatağımdan kalkarak pencereyi açtım. Penceremin demir korkuluklarına tutularak seyrettiğim karanlıktaki muhteşem yıldızlar bile beni rahatlatmaya yetmedi. Yatağıma döndüm. İlk defa yastığımın sert olduğunu ve bundan dolayı uyuyamadığım fikrine kapıldım. Neden sonra bakışlarımı tavanda bir noktaya sabitledim. Gece bir türlü bitmek bilmiyordu. Sanki saniyeler saat, saatler günler gibi geliyordu bana. Zaman atına binip uzaklaşıyordu benden.

“Şeb-i yeldayı muvakkitle müneccim ne bilir
Müptelayı gama sor kim geceler kaç vakit.”

Gecenin uzunluğunu, kısalığını meteoroloji ne bilsin, el ne bilsin. Gam ve kederin pençesine düşenlere sor, sor da onlar söylesin sana uzun gecelerin ne olduğunu…

Halimi kimse anlamıyordu.  Ne çarşaf, ne yastık, ne yıldız ne de uykunun en derinliğini yaşayan eşim… Sabahı zor ettim. Gün ışınır ışınmaz köyün ilk arabasıyla soluğu Milli Eğitim Müdürlüğündeki teftiş bölümünde aldım.  Başkanın odasına yönelmiştim ki içeride birilerinin olduğunu görünce kapının eşiğinde durup bekledim. Gece hiç beklememiş gibi bir de burada beklemek beni daha da çileden çıkarmıştı. Nihayet içerideki çıkar çıkmaz bir hışımla odaya girdim. Elimdeki belgeyi bir öfkeyle masasına fırlattım. Başkan, bu tepkiyi hiç beklemiyordu. Ayağa kalkarak oturmam için eliyle yanındaki boş koltuğu işaret etse de görmezden geldim. Sinirim, öfkem ayyuka çıkmışken nasıl oturabilirdim? Benimle alay edilmiş, haysiyetimle oynanmışken nasıl tepkisiz kalabilir, nasıl vurdum duyamaz olabilirdim? Lafı uzatmak istemedim yüksek sesle:

“Hocam, bu teşekkür de neyin nesi siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?”

“Hayır, ne münasebet.”

“O halde bu teşekkür de nereden çıktı? Teşekkürlük ne yaptım, hangi meziyetimi, hangi başarımı gördünüz de bana bu belgeyi lütfettiniz?”

“Öğretmenim kendinizi hor görmeyi bırakın artık. Ben size o belgeyi o günkü durumunuz için vermedim. Sizin gözlerinizde bir ışığın, bir istikbalin parıltısını gördüm.  O belgeyi gelecek adına size verdim. Sizin bu durumu bir onur meselesi yapıp buraya kadar gelmeniz de benim düşüncelerimde ne derece haklı olduğumu gösteriyor sanırım.” 

Bu öylesine söylenmiş, tasannu kokan bir söz değildi. Az buçuk hayatın badirelerinden geçen biri olarak bunu anlayabiliyordum. Başkanın bu içimi okşayan samimi sözleri üzerine sakinleşmiştim. Bu kez otur demeden yanımdaki koltuğa bir mıh gibi yapıştım. Birlikte birer çay içip sohbet ettik. Olaylara o kadar müspet yaklaşıyordu ki, hatalı her sözümü düzeltecek bazı açıklamalar yapıyor, bardağın hep dolu tarafını görüyordu. O, resmi hüviyetinden dolayı araya perdeler koyan bir başkan değil, benim için bir babaydı artık. Bu yüzden kendisine içimdeki bütün sıkıntılarımı, çektiğim azapları, itilmişliğimi, kakılmışlığımı uzun uzun anlattım. Anlattığım şeylerin dinlenilmesi bile beni son derece rahatlatmıştı. Bunca toyluğuma, kabalığıma rağmen beni onure etmesi altında olabildiğince mahcuptum.

Yanından ayrılırken:

“Hocam eğer uygun görürseniz sizleri iki ay sonra tekrar okuluma bekliyorum.” Deyip hışımla girdiğim odadan bir edep içerisinde uzaklaştım.

Bir nefret ikliminde yetişen ben, şimdi bir iyilik mermisiyle vurulmuştum. Artık zihnimde buzlanmış düşüncelerimin yanması pek yakındı…

2 Ay Sonra…

Köyümüze gelen başkan ve arkadaşları gördüklerine inanamamışlardı. Benim solgun, cenazeye benzeyen yüzüme kan gelmişti. Saç, sakal tıraşını olmuştum. Giydiğim yepyeni kıyafetimle adeta bir jönü andırıyordum. Değişen sadece görünüşüm değildi tabi. Yıllardır ihmal ettiğim okulumun ihata duvarını öğrencilerimin ve velilerin yardımıyla yapmıştım. Bahçesine diktiğim yeni ağaç fidanları filizlenmişlerdi bile… Sınıfım ise cıvıl cıvıl olmuştu.  Her köşesinden etkinlik örnekleri yağıyordu. Şu küçük eğitim yuvasının içini ve dışını sil baştan boyamıştım. Topuktan başa kadar bendeki bu muazzam değişiklik eğitim-öğretime de yansımıştı bir o kadar. Ara sınıflarda okuma-yazma bilmeyen öğrencilerim okumayı öğrenmişlerdi. İptidai işlemleri bile yapamayan bu çocuklar şimdi en karmaşık, en ucu açık problemleri bile rahatlıkla çözebiliyorlardı. Bütün bunların ötesinde öğrencilerimdeki öğrenme azminin tavan yapması onlardaki şevkin,  heyecanın ve güven duygusunun açık bir tezahürüydü. Bir okulun bu kadar kısa süre içerisinde değişmesine ben bile hayret etmiştim.

Ne de olsa ben ölü bir öğretmendim!

Bana karşı olan mağrur ve hor bakışların hayranlık ve şaşkınlığa dönüşmesinden son derece memnun ve mesrur olmuştum. Başkanın bu kez gözlerinin içi sahiden gülüyordu. Elini omzuma daha bir gururla atarak konuşmaya başladı. Aslında konuşmasına da gerek yoktu. Manzara her şeyi fazlasıyla anlatmasına rağmen yine de arkadaşlarına teyit ettirmek adına soru sorma ihtiyacı hissetti:

“Hocam bu ne hal, bu nasıl bir değişiklik?”

Bakışlarımı gelen misafirlerin üzerinde gezdirdikten sonra başkanda sabitleyerek:

“Değişikliğimin sebebi sizsiniz.” dedim. “Siz bana kaybettiğim onurumu tekrar geri verdiniz. Her sene aldığım kötü notlar ve soruşturmalar yüzünden öğrencilerimin ve köylülerin nezdinde beş para değerim kalmamıştı. Hatta hanımım bile beni işe yaramaz bir avare olarak görmeye başlamıştı bile.”

Gözlerim dolmuştu. Dudaklarım acıyla titriyordu. Sözlerimi tamamlamalıydım. Bu yüzden gözyaşlarımı içime akıtarak konuşmama devam ettim:

“Ta ki, siz gelinceye kadar. Siz davranışlarınızla bana örnek oldunuz, güvenip değer verdiniz. Bana benden çok inandınız. O inanç ki bütün bu güzellikleri yaptırdı. Verdiğiniz teşekkürü sırası gelince önce hanımıma gösterdim. Eşim, benim işe yaramayan, asalak ve tembel biri olmadığımı böylece görmüş oldu. Çocuklarım bu belgeye bir oyuncak almış gibi sevindiler. Eşinizin ve çocuklarınızın yanında işe yaramaz bir paçavra gibi durmanın ne demek olduğunu, bunun nasıl bir ıstırap olduğunu yaşamayan bilmez… Her ne ise sonra aldığım belgeyi öğrencilerim görsün diye sınıfımın en güzel yerine astım. Bu belgeyi sınıfa gelen köylüler de gördü tabi. Ve bu kısacık zaman içerisinde bana karşı olumsuz bakışların değişmeye başlaması içimde tarifsiz bir gücün, huzurun ve güvenin oluşmasına sebep oldu. İşte bu güç ve enerjiyle elimden geldiği kadar buradaki bütün güzellikleri yapmaya çalıştım. Bir kelebek etkisi her şeyi değiştirdi. Bu yüzden asıl teşekkürü ben değil siz hak ettiniz hocam…”

Dolu gözlerim, duvarda asılı duran belgemle başkanımın arasında gidip geldiği an hıçkırıklarla ağlamaya başladım.

Çözümün, problemin içerisinde yattığını kavrayan aşk kevserini içen, cesur yürekli müfettiş ağabey! Seni daima minnetle anacağım. Her neredeysen sana selam olsun…

 

Not: Yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmıştır.

Kaynak: “Heybesinde aşk taşıyanların hikâyesi” adlı hikâye kitabımdan.

Exit mobile version