İNSAN-II                                                   

Ne olduğun ve ne olmadığınla ilgili utanç verici tarifler hariç nice damıtılan görüşler vardır. “Düşünen mikrokozmos bir varlık” der filozoflar senin için. Tasavvufçular, “Bir ben vardır bende” diyerek kutsar seni. İbnü’l-Arabî’ye göre “Sûret-i hazreteyn” bir varlıksın. Said Nursi daha da derinlere iner. “Kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler san’atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nazırı ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebed’in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı ve cüz’i ve külli harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı…”  “İşte Böyle Buyurdu Zerdüşt”e gerçek insan üstinsandır. Üstinsan gerçekte insan mıdır? Hüküm süren değerlere başkaldırışı kutsar Nietzsche. Ya hüküm süren değerler iyiyse. Oysa peygamberlerin başkaldırışı da ve başları eğişi de olması gereken değerler üzeredir hep.

İnsan ruhuyladır. Ruh nedir o halde? Mahiyeti ne, özü ne? Şekli nasıl, hacmi, ağırlığı var mıdır? Ne yazık ki bu soruların cevabını yazgıyı yazandan başka bir bilenimiz yok. Tüm bilinenler bilinmezin yanında deryada bir katre. Biz yine de bilgi kırıntılarından birine bakalım. Ruhu üçe ayırır Aristoteles. “Bitkisel ruh, hayvansal ruh ve insani ruh. Bitkisel ruh canlılık işaretidir. Hayvansal ruh hareketli olma kabiliyetidir. İnsani ruhta ise akıl vardır. En altta olan en üstü içermez, en üste olan altta olanları içerir.” Demek ki geçişler üstten alta olduğuna göre üste kalmanın bir garantisi yok. Bir takım özelliklere malik olmak insan olmak için yetmiyor sanırım.

“Eylesen tûtiye ta’lim-i edâ-yı kelimât

Nutku insan olur amma özü insan olmaz.”

Papağanın konuşmasıyla insan mı olunur? Özde yoksa söz ne işe yarar?

İnsani ruhta bilgelik vardır. Bilgelik; akıl, sır ve hayal üçgeninde şekillenir. Akıl bir nefestir. Fakat her nefes bir akıl değildir. Ulaşılmak istenen hedefe varmak istemeyen akıl yetimdir. Akıl çırası yanmadıktan sonra insan ne işe yarar? Çıranın sönmesine en büyük etken zihinsel özgürlüğün sınırlanmasıdır. Yaratıcı bile iradeye ipotek koymamışken yaratılanın sınır koyması sığlığının bir göstergesidir. Etkin aklı, edilgenliğe dönüşenlerle ayağına demir bukağılar geçirilenlerin bir farkı yoktur. Hatta esarette olan düşünce, daha da büyük bir eziyettir. Oysa düşünme becerisi insanoğluna verilen büyük bir hediyedir. Bu beceri sayesinde antik dünyanın bile bir Arşimet’i hep olmuştur. Uçağın mucidi Wright Kardeşlerin bir kuşun kanadından ilhamı düşünce yetisiyle değil de nedir? Sırra gelince zaten o bir sır olduğuna göre neyi anlatayım? Ama “hayal” seni unuttuğumu sanma. Hiçbir varlıkta olmayan hayalin geçmişe ve geleceğe yolculuk yapması hakikaten ilginç. Fakat bir madalyonun iki yüzü gibi hayalin bir tarafı nimete bakar, öbür tarafı ise nıkmete. Bizlere verilen geçmişi hatırlama yetisi geleceği düzeltme adına bir şanstır. Milletlerde böyle değil midir? Bir aseton gibi silinen milletlerin geçmişinden geriye sadece hüsran kalır.

Her şeyi unutabiliyor insan, “Nisyan ile maluldür.” çünkü. Kendini ve kendine sunulan bütün nimetleri unutuyor. Sağlığını da, hastalığını da. Nimet içindeyken nimeti, bollukta darlığı; darlıkta bolluğu unutabiliyor. İnsan sevmeyi de unutuyor. Yanlışlarını da… Ezelden verdiği sözü hatırlamıyor hiç. Niçin gönderildiğini aklına bile getirmiyor. Yeryüzünün imarına koşuyor ha bire. Oysa önce aklının imara ihtiyacı var. Kifayetsizliğini kavrayamazsan imarın imhaya dönüşür. Yüzün zulmete çevrilir. Rabbe mikyas olan benliğin Şeddat’ın kapıkulu oluverir. Çıplak ayakla toprağa basmamayı bir marifet sayıyorsun. Oysa madenin toprak senin. Ahde vefa gösteremesen de idrak etmeyi bil. Bilene boyun eğ ki acziyetin azizliğe dönüşebilsin.

İnsan, yalpalanmasıyla insandır.

Bilirim.

Bir muammanın cenderesinde can çekişiyorsun. Zorluklar yaşıyorsun hayatında. Kuyudan çıkmak için uzanan bir el bekliyorsun. Bir tütsü yakılsın istiyorsun fersiz gözlerine. Hep 33 yaş geçiyor aklından. Altından ırmaklar akan bir dünya kurguluyorsun. Hoş sohbetler eşliğinde altın kâselerde sunulan en leziz içecekler arıyorsun. Kuş ve ney sesleri arasında dalıp gitmek istiyorsun uzaklara. Usandın gidip gelmelerden. Kucak dolusu erzaklar taşımaktan yoruldu ellerin.

Bilirim.

Tasa ve kederinin sadece filmlerde kalan bir nostalji olmasını istediğini. Özgürlüğe âşık ruhunun törpülenmediği bir dünya kurguluyorsun. Oysa o dünya burası değil ve hiçbir zamanda olmayacak.

“Gâh safâ buldu gönül âyinesi gâhî keder,

Böyledir hâl-i cihân, böyle gelmiş, böyle gider.”

İkinci vatan…

Ne gözümüzün gördüğü, ne kulağımızın işittiği bir yer. Orası, ancak masallarda rastlayabileceğimiz bir masallar ülkesi. Orası, masallardan da öte. Orası, gerçek vatanımız. Hem de sınırları olmayan, tüm renkleri taşıyan bambaşka bir yer. Orası, insan soyunun vatanı. Orada her şey boyut değiştirecek. Sınırlılıklarımız sınırımızın son kertesine gelecek. Bilinç ilginç gelmeyecek. Belki de duyulara bile gerek duymayacak bilinç. Duygularımız kıvamını bulacak. İmkânlar mümkün olacak. Dünyada ışığımızı kapatan gözlerimiz bu kez engelleri aşacak. Gövdemizin uçmak için kanada ihtiyacı olmayacak. Bildiğimiz dünya lezzetleri, lezzeti mukaddesenin yanında küflü bir ekmek gibi kalacak. Yeryüzünde bahşedilen akıl orada deliliğe eş sayılacak belki. En kabiliyetli olanlarımız bile ahiret yurdundan bakınca CP hastalığına yakalanmış gibi gözükmesine şaşılmayacak.

O yüzden tasalanma bu dünya konağında. Sabrı kovayla değil, yudumlayarak iç. Unutma ki Yunus’a bir balığın karnını genişleten yar, bir gün sana da elbet bir kapı aralar.

 

Exit mobile version