İnsanı merkeze alan her hangi bir cemiyet, cemaat, parti, dernek, adı ne olursa olsun bütün toplumsal yapıların var oluş gayesi; taşıdıkları mesajın olabildiğince çok kişiye ulaştırılması, etki alanının geliştirilmesidir.
Böyle bir gaye güdülmesi zararsız olabileceği gibi yerine göre faydalı da olabilir. Bununla birlikte unutulmaması gereken, zihnimizin arka planında sürekli çalışması elzem bir ilke göz ardı edilmemelidir.
Ahmet Cevdet Paşa, Mecelle diye kısa adını daha çok bildiğimiz, bize daha çok ilk yerli Medeni kanunumuz olarak anlatılan ama usul hukukuna da yaklaşan eserinde bu ilkeyi neredeyse bir atasözü haline getirip vecizeleştirmiştir: usül, esasa mukaddemdir.
Gerçekten de usül bazen esasın o kadar önüne geçer ki bu konudaki yanlışlık maksatın aksini netice verebilir.
Kendi sosyal çevrelerimizde hatta şahsi hayatlarımızda kolayca gözlemleyebileceğimiz türden bir usul hatası etrafımızı o kadar kuşatmıştır ki farkına varmak için bir adım geri çekilip fotoğrafa tekrar bakmak gerekir. Böylece adam kazanmaya çalışırken kaybettiğimiz hayatları daha yakından görebiliriz.
Çoğu zaman insanların kalplerini ısındırmak, tebliğ ortamı oluşturmak ve kendimizi anlatırken olumlu ön yargı oluşturmak için özellikle bizden olmayanlara karşı nezaket, hassasiyet, iltifat gösteririz; ancak bunu yaparken çoğu zaman kendi yanımızda, yöremizde bulunan, bizden olan “kazanılmış” insanları ihmal etmekte olduğumuzun farkına bile varamayız. Hâlbuki belki iltifata, nezakete ve düşünüldüğünü bilmeye en çok ihtiyacı olanlar bizim için kazanılmış olan, aynı yükü beraber taşıdığımız insanlardır.
Genellikle bu yanılgıya düşenler, yaptıklarının gerekçesi olarak Kur’an-ı Kerim’de de ifade bulan müellefe-i kulübü gösterirler. Ancak Müellefe-i kulub meselesini yanlış anlamış olabiliriz.
Bu hususta zekât bizim için bir gösterge olabilir.
Evet, gerçekten de peygamberimiz zamanında ve Hz. Ebubekir’in halifeliği döneminde insanların kalplerini İslam’a ısındırmak veya fenalıklarından emin olmak için gayr-ı Müslimlere pay ayırılmıştır.
Ancak zekata hak sahibi olanlar hususunda ayetteki sırayı takip edersek fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevlendirilen memurlar, müellefe-i kulûb adı verilen kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen kimselerden önce zikredilmiştir. Fakir ve miskinler gözetilirken de esas olan başta anne-baba olmak üzere en yakınlarımızdır. Bundan çıkarılabilecek nükte odak noktasının biz olmamızdır. Yani bizden olanın önceliklendirilmesidir. Yine aynı şekilde Fetih suresinde Müslümanın vasfı olarak kafire karşı şiddetli, kendi aralarında merhametli olmaları zikredilmiştir. Ayrıca, Müslümanın kendi nefsini, Müslüman kardeşine tercih etmesi olarak özetleyebileceğimiz isar hasleti ayetle övgüye layık kılınmıştır.
Bu durumda herkesten önce nezakete, hürmete, iltifata layık olanların bizden olanlar olması gerekmez mi?
Mesele bir çeşit tebliğ ise bunda da yanılma payımız var gibi.
İslam’ı yaymak noktasında zekâttan ayrılan pay ile Müslümanların kendi aralarındaki kardeşlik hukukundan kaynaklı dayanışma ruhunu karşılaştırsak ikincisinin daha etkili olduğu izah gerektirmez kanaatindeyim. İslam’ın ilk yıllarında mesela Hz. Ebubekir’in Müslüman olduğu için çile çeken köle sahabeleri satın alıp azat etmesinin etkisi veya hicret eden sahabelere karşı ensarın gösterdiği kardeşlikten öte samimiyet ve fedakarlık hissinin İslam’ın yayılmasını hızlandırdığını kim reddedebilir ki?
Bırakın kan bağını hemşerilik hatta vatandaşlık bağı bile olmayan insanların birbirine karşı bu fedakârca yaklaşımı yeni insanları da böylesi birbirine cansiperane bağlı bir topluluğun parçası olmaya meylettirir. Hele maddeciliğin ve çıkarcılığın zirve yaptığı çağımızda insanların görmek isteyeceği şeyin de bu samimiyet olduğu aşikârdır. Böylece aramızdaki fedakarlık ve kardeşlik bağlarının, daha iyi bir tebliğci olduğu rahatlıkla düşünülebilir.
Başkasını kazanmaya çalışırken kendi bünyemizdekini ihmal ile incitmek ise zeminimizi gevşetip zayıflatacağı için bir menfaat birlikteliği oluşturma riskini bünyesinde taşır. Maksatın aksiyle neticelenmesinden kasıt da tam olarak budur aslında.
Yoksa adam kazanmak için harcanan gayretlerin, harcadığı adamlar bizim kendi tabanımızdır. Bizi, biz yapanlardır…