Koparılması mümkün olmayan tek bağ anne ile evlat arasında ki bağdır. Anne sevginin, güvenin, huzurun, mutluluğun bir arada olduğu bir varlık deryasıdır. Evlat ise peygamber efendimizin de buyurduğu üzere “ Kalbin meyvesidir.” Ana, baba sevgisinin de önünde gelendir. Evlat bir damla göz yaşıyla kızgın ateşlere atan, bir gülüşü ile serin sulara salandır. Kim bilir sizler bu yazıyı okurken kaç anne yavrusunu, ciğer paresini kara toprağa vermekte, kaç anne yüreğinde ki imanla, inançla ahirette yavrusuna kavuşacak olmanın umuduyla nefes alıp vermekte, yada kaç anne daha…
Bir anne evladını kaybettiğinde tüm günahları silinirmiş çünkü; yaşadığı acı cehennem ateşi yanında hiç kalırmış. ALLAH (c.c) meleklerine dermiş ki , Annenin yavrusunu, ciğer paresini aldım bu durum karşısında ne dedi? Melekler eğer Hamd etti şükür etti derse Rabbim o anneye cennetin en güzel köşesinde bir Hamd evi hazırlayın dermiş.
Bugün ki hikayemiz de evladını kaybetmenin acısıyla, yüreği yangın yeri olmuş bir annenin sessiz çığlığına tanıklık edeceğiz.
Revan bugün ki adıyla Erivan, Ermenistan’ın başkenti. Hikayemizin konusu olan olayın geçtiği zaman ise tahminen 17. Yüzyıl sonrası yaşanmaktadır. Revan Osmanlı’nın önemli ticaret merkezlerinden biridir. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler tarafından işgal edilmiştir. IV. Murat iki yüz elli bin kişilik bir orduyla Revan seferini düzenlemiş, Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda , Revan yeniden Osmanlı topraklarına katılmış ve eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuştu. Mal götürüp mal getirirlermiş. Mehmet de gidip gelen kervancılardan birisidir. Anasının tek yavrusu, tek oğludur. Erzurum’un bir köyünde bir kaç dönümlük tarlalarını ekiyor, yetiştirdikleri ürünleri kervana katıp Revan’da satıyordu.
Karayağız bir delikanlıydı Mehmet, öyle güçlü, öyle kuvvetliydi ki taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Birde çok başka bir alışkanlığı vardı Mehmet’in. Her akşam tarla dönüşü bahçelerden derlediği demet demet kırmızı gülleri anacığına getiriyordu. Anayla oğul arasında sevginin, saygının simgesi olmuştu. Anası Mehmet’in getirdiği gülleri evinin duvarına asıp kurutuyordu. Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyordu. Hele Mehmet kervandaysa gözü, gönlü kırmızı güllerin kurumuş, gazelleşmiş demetinde kalırdı. Rüyalarında yavrusu, Mehmet’i vardı. Revan yollarını düşlüyor, kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı, kimi zamanda toza dumana katılmış olan kervanın, atının, eşeğinin, devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu görüyor kan ter içinde uyanıyor, gördüğü rüyayı hayra yormaya çalışıyordu. Kervan Revan’dan dönene kadar günler böyle sürüp gidiyordu. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyordu.
Bazen kışın Revan’a yolladığı oğlu yazın dönüyor, bazen de tam tersi oluyordu. Kervan’ın dönüşü bayram sevinci gibi olurdu. Kimi kocasını, kimi sevdiğini, karşılıyordu. Kimi analarda yavrularını karşılıyordu. Sarılanlar, ağlaşanlar… Yemen seferinden döner gibiydiler. Gerçi savaş dönüşü değildi elbette ama; hastalığı var, yazı var kışı var, karı var boranı var daha kötüsü gidip de dönmemesi, dönüp de göremeyecek olması vardı. İşte tamda o vakitler bir salgın hastalıktır söylentisi yayılmıştı. Veba hastalığı kırıp geçiyordu ortalığı, önce bir ateş sarıyor tüm bedeni, kusma, iltihap, baş dönmesi en sonunda da sayıklamalar başlıyor. Bir anda insanın bin bir emekle kurduğu dünyası yerle bir oluyor. Aileye olan özlem, sevgiliye söylenecek güzel sözler, alınan birbirinden güzel hediyeler ve daha niceleri…
Mehmet’ de o yıl Revan’da vebaya yakalananlardan biridir. Cansız bedenini bir çalının dibine görmüyorlar. Anasına olan sevgisiyle, özlemiyle örtüyorlar toprağı üzerine, anasının sıcacık koynundan koparıp alıyor amansız hastalık Mehmet’i kara toprak bağrına basıyor. Ecel bu! Gençmiş, sevenleri varmış, anası yol gözlüyormuş dinlemez. Kimini yele verir, kimini sele verir. Revan’ da vebaya yakalanan Mehmet sayıklaya sayıklaya can veriyor. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Anasına özlemi de dilinde!… Bir tek Mehmet değildir vebaya teslim olan. Kervanın çoğu hastalığa teslim oluyor. Kalanlar perişan, utangaç… Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi…
Ağır ağır Erzurum’a giriyor kervan, analar bacılar, sevgililer, oğullar, babalar… Meraklı gözlerle karşılıyorlar kervanı. Aradığını bulanlar sarmaş dolaş olmuşlar, sevinç göz yaşları ve hıçkırıklar karışıyor birbirine. Oğlu Mehmet’in yolunu gözleyen anası yavrusunu bulamamanın endişesiyle ilk rastladığına soruyor “ Oğlum, Mehmet’im nerede? Birlikte çıktınız kervana nerede kaldı? “ Sen sen ol da gel yanıtla. “ ilkin kusma başladı. Sonrada bir ateş, en son sayıklamaya başladı. Titreye titreye sayıkladı anacığına olan özlemini… Yedi gün dayandı sonra… Sonra bir çalının dibine gömdük onu. Gel de söyle bunu söyleyebilirsen. Hem de anasına…
Yavrusu Mehmet’in ölüm haberini alan anası yaşadığı acıyla deli olur dağlar, yollara düşer. Onu en son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde “ Kırmızı gül demet demet, Sevda değil bir alamet, şol Revan’ da balam kaldı, yavrum kaldı…” diye diye haykırdığını söylerler.
Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Gitti gelmez o muhannet
Şol Revan’da balam kaldı
Kırmızı gül her dem olmaz
Yaralara merhem olmaz
O tabipten derman gelmez
Şol Revan’da balam kaldı
Kırmızı gülün Hazanı
Ağaçlar döker gazeli
Karayağız’ın güzeli
Şol Revan’da balam kaldi
Ölümün hepsi kötü, dün var olan soluyor, nefes alan nefes veren bir anda yok oluyor. Şekli, şemali, son sözleri yavaş yavaş yok oluyor belleklerden siliniyor.
Şimdi sevdiklerinize kocaman sarılın, kokularını çekin içinize ve varlıkları için her saniye, her dakika şükürler edin Mevla’ya…
SEVGİYLE KALIN, SEVDİKLERİNİZLE KALIN…