Bundan önceki iki yazıda menfaat üzerine dönen siyasetin tezahürlerini yazmıştım.
Tüm politikalarının hedefine Menfaati yerleştiren Batılı emperyal devletlerin, esasen iddia ettikleri ve inandıklarını söyledikleri, laiklik, çağdaşlık, medeniyet, insan hakları, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, adalet, eşitlik vb. ilkeleri ters yüz eden ve imha eden politikaların gerisinde yer alan felsefi ilke, bu uygulamaların gerisindeki ruhu teşkil etmektedir.
Uygulanan politikaların ve fiillerin gerisinde yer alan ruh bilinmedikçe, emperyal devletlerin uyguladıkları canavarca siyasetin mahiyeti anlaşılamaz.
Batılı emperyal devletlerin uyguladıkları menfaat temelli politikalar sadece 20. Yüzyıla mahsus değildir.
Bu yöndeki politikalar, yüzyıllardır mevcuttur. Geçmiş yıllarda sömürgecilik şeklinde tezahür eden bu politikalara meşruiyet sağlayacak temel felsefi ilkeler, Rönesans ve reform hareketleri ve bunların sonrasında şekillenen aydınlanma hareketi döneminden geliştirilmiştir.
Menfaat eksenli politikalara ruhunu veren felsefi ilke, kısaca “Akıl Çağı” olarak da ifade edilen “Aydınlanma Çağı”nda ve onu takip eden 19. Yüzyılda ortaya çıkmıştır.
“Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” şeklinde ifade edilen siyaset anlayışının felsefi temelini “SOSYAL DARWİNİZM” teşkil etmektedir.
Bu felsefi ilkenin izahatına geçmezden önce Bir İslam Âliminin bu mevzuya ilişkin tespitlerine kısaca yer vermek istiyorum.
Batı medeniyetinin temelini teşkil eden ilkelerden bazıları şunlardır:
Beşer dehasından çıkan felsefeye dayanan Batı medeniyetinin;
(1) Nokta-i istinadı (dayanak noktası): Kuvvettir.(2) Hedefi: Menfaattir.
(3) Düstur-u hayatı (hayatta kalabilmenin, varlığını sürdürebilmenin temel kuralı): Cidaldir yani “mücadeledir; hayat bir mücadeleden ibarettir”.
(4) Cemaatlerin râbıtası (toplumdaki insanları bir birlerine bağlayan sosyal bağlar): Unsuriyet (ırkçılık), menfî milliyettir.
Kuvvetin şe’ni (özelliği, gereği, doğrudan neticesi) (başkalarının hak ve hukukuna, hukuka, adalete ve hakkaniyete uygunluk şartına bağlı olmaksızın) tecâvüzdür.
Menfaatin şe’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır, (menfaatin elde edilmesi için ne pahasına olursa olsun elde etmeye çalışmaktır; boğuşmaktır).
Düstur-u cidalin (mücadele) şe’ni çarpışmaktır.
Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecâvüzdür.
Bütün bunların özeti şudur: “Menfaat Üzerine Dönen Siyaset Canavardır”.
Esasen yukarıdaki izahatlarla bir nevi “Sosyal Darwinizm” ifade edilmektedir.
Darwin ile Malthus’un Buluşması: Sosyal Darwinizm
Sosyal Darwinizm, en özlü şekilde “toplumsal evrim” şeklinde tanımlanmaktadır. Teorinin özü şu şekilde özetlenebilir:
“Hayat bir mücadeledir ve bu mücadelede sadece güçlü olanlar ayakta kalmalıdır”.
Bu felsefi ilke gereğince toplumlarda bir nevi tabiî (doğal) ayıklanma (seleksiyon) gerçekleşecek ve toplumsal ilerleme bu şekilde sağlanacaktır.
Bu temel ilkenin bir neticesi olarak toplumlardaki, zayıf, güçsüz, yoksul vb. kişilerin tasfiye edilmesiyle toplumsal ilerlemelerin sağlanacağı düşünülmüştür. Esasen Devletlerin milletlerarası ilişkiler kapsamında yürüttükleri mücadeleler de bu kapsama dâhil edilebilir.
Burada hayatın sürdürülmesinde temel olgu, güçlülerle zayıfların mücadele etmesi ve güçlülerin hayatta kalmasıdır. Bu telakkide, zayıflara hayat şansı tanınmamaktadır. Kısaca bütün haklar, güçlülere aittir. Zayıflarda mevcut olan hakların ve varlıkların güçlüler tarafından mücadele kapsamında zorla da olsa alınması, onlar için olgusal ve tabiî bir haktır.
“En uygun olanın yaşaması” şeklinde anlamlandırılan Sosyal Darwinizm kavramını ilk kullanan Herbert Spencer’dir. Spencer, bu fikir kapsamında, “var olma kavgası” ile “en uygun olanın ayakta kalması” fikri arasında bir bağ kurmuştur.
Sosyal Darwinizm, Spencer’den sonra Darwin tarafından da kullanılmıştır.
Darwin, bu kavramı tercih ederken, kendisi hem Rahip, hem de iktisatçı ve istatistikçi olan Thomas R. Malthus’un “Nüfus İlkesi Üzerine Deneme” isimli eserinden etkilenmiştir.
Önce Malthus’un fikirlerine yer vereyim:
“Malthus doktrini” şeklinde ifade edilen siyasî, iktisadî ideolojik bakış açısına göre, dünya genelinde gıda üretimi 1, 2, 3, 4, 5, 6 … biçmde aritmetik dizi şeklinde, tabiî nüfus artışı ise 1, 2, 4, 8, 16, 32… biçimde geometrik dizi şeklinde artmaktaydı. Amerika’daki nüfus artışını örnek alan Malthus’a göre, nüfus artışları serbest bırakıldığı takdirde, insanların nüfusu her yirmi beş yılda bir kat artacaktır. Malthus’a göre bu durum, nüfusla gıda maddeleri arasındaki dengeyi esaslı bir şekilde bozacaktır. Dolayısıyla insan nüfusunun dengeleri ciddi bir şekilde bozacak hızda artışı karşısında kaynakların kıtlığı söz konusudur.
Malthus, 1803’te, nüfus artışı ile gıda artışı arasındaki dengenin, insanların geç evlenmeleri ve doğum sayısının azaltılması gibi yollarla sağlanabileceğini, ancak, bunun ahlâkî önlemler olmadığını söylemiştir. Bu doktrine göre, her halükarda gelişmemiş toplumlarda nüfus artışları devam edeceği ve dengesizlik artacağı için; yakın zamanda insanlar, kıt olan gıda maddeleri için kıyasıya bir ölüm-kalım savaşı içine gireceklerdir.
Darwin Malthus’un fikirlerinden nasıl etkilendiğini şu şekilde ifade etmiştir:
1838’de Malthus’un teorisini okudum. Tamam, buldum; canlıların ilerleme ve evrimleşme sebebimi buldum. Sebebi, kaynakların kıtlığından dolayı, canlılar bir mücadeleye girişir. Eşit seviyede iki canlı, bir kaynak üzerinde bir mücadeleye giriştiğinde, bu iki canlının bu kaynağa ulaşmasının şartı şudur: “Canlılardan birisi, yeni bir karakter geliştirmeden rakibini alt etmesi mümkün olmadığı için, yeni bir karakter geliştirerek rakibini alt ederek hayat mücadelesi kapsamında yürüttüğü besinlere ulaşma ve elde etme mücadelesinde yeni bir karakter geliştirir ve bu şekilde rakibini alt ederek yiyecekleri elde eder. Canlı, elde ettiği bu yiyecekle, hem hayatını idame ettirir, hem de kazandığı karakteri verasetle bir sonraki nesle aktarır. Bu vesileyle evrimin dinamiği budur”.
Darwin’in buradaki fikirlerinde merkezi kavram: “HAYAT MÜCADELESİ”dir.
Sosyal Darwinizm kapsamında yaşanacak mücadeleci uygulamaların, bireysel, toplumsal, hatta zamanla küresel ölçekli gelişmelere zemin hazırlayabileceği düşünülmüştür.
Bazı ülkelerde Sosyal Darwinizm ile uyumlu hukukî düzenlemeler de yapılmıştır.
1907’de ABD’nin İndiana eyaletinde kusurlu ve noksan olarak görülen kişilerin kısırlaştırılmasını öngören kanun kabul edildi. Bu kanunun hedefinde, toplumdaki, akli dengesi yerinde olmayanlar (deli), geri zekâlılar, caniler vb kişiler vardır.
1933 yılına kadarki dönemde, ABD’de takriben 29 eyalette benzer kanunlar çıkarıldı.
ABD’de 1907-1974 yılları arasında tahmini olarak, toplum nezdinde, kusurlu olarak kabul gören yüzbinlerce insan, kendi istekleri dışında hadım edildiler.
1920’li ve 1930’lu yıllarda, Küba, Japonya, Danimarka, Finlandiya, İsveç, Norveç ve Estonya gibi birçok ülkede benzer mahiyette kanunlar ve uygulamalar ortaya çıkmıştır.
Bazı ülkelerde tatbik edilen doğum kontrolü uygulamaları da bu kapsama dâhil edilebilir. Nitekim Türkiye’de 1982 Anayasasının 41/2. Fıkrasında yer alan “Devlet, …aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar” hükmü de sosyal Darvinizm’e misal teşkil etmektedir.
Sosyal Darwinizm, Batı’da, ırkçı düşünceler içinde de referans olarak kullanıldı.
Darwin’in kuzeni F. Galton, sosyal Darwinizm teorisinden hareketle, “Tabiî seçilim” ve “en iyilerin hayatta kalması” fikrini “soyun ıslahı” anlamına gelen “öjenik” ilmine eklemledi.
Galton’a göre, “mademki tabiî seçilimle, canlıların zayıf olanları eleniyor, güçlüleri yaşıyor, o zaman neden zihnî ve fizikî özellikler bakımından üstün olan insanlardan ‘sun’i seçilim” yoluyla bir üstün ırk oluşturulmasın ki?”.
Galton’un bu fikirleri, uygun kalıtım özelliklerini taşıyan ebeveynlerin daha büyük aileler haline gelmeleri yönündeki fikri cesaretlendirdi. Buna göre, uygun olmayan kalıtım özelliklerini taşıyan ebeveynlerin çocuk sahibi olmaları engellenmelidir.
Galton’un bütün dünya genelinde etkiler meydana getiren öjenizm ile alakalı fikirleri, Osmanlı Türkiye’sinde de, çökmekte olan imparatorluğun kurtuluşunun sağlanmasını Avrupa’dan “damızlık” ırk ithal etmekte görenler bile olmuştur.
Nazi Almanya’sında, Hitler’in arî ırk meydana getirmek amacını gerçekleştirirken de bu teorinin ona ilham vermiş olabileceği belirtilmiştir. “Soy arıtım” uygulaması, Almanya’da 12 yıllık Nazi iktidarı sırasında milyonlarca Yahudi’nin ölümüne sebep olmuştur.
Bu ilke, sömürgeci ve emperyal politikalara da yansıyarak, küresel ölçekte mücadelelerin, çatışmaların, sömürülerin meşruiyet zeminini de teşkil etmiştir.
Daha sonraki yıllarda insanlık tarihinde büyük ölüm-kalım savaşları yaşandı. Aslında, bu savaşların hiç birinde, temel sebep gıda üretimindeki yetersizlik değildir. Savaşların başlıca sebebi, herkese yetecek kadar bol miktarda olan dünya nimetlerinin âdil bir şekilde paylaşılamaması, insanların açgözlülüğü ve dünyaya hâkim olma hırsıydı.
Kısaca ifade etmek gerekirse, Sosyal Darwinizm kapsamında, hem ülkelerin iç hukuklarında, zayıflar aleyhine hukuki düzenlemeler yapıldığı ve önlemler alındığı gibi, hem de emperyal devletler, başta Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi, kıyasıya şiddetli tahakküm savaşlarına giriştiler. Bu tahakküm savaşları hala devam etmektedir.
Amerika, Irak’ı, Suriye’yi, Afganistan’ı ve diğer birçok ülkeyi sosyal Darwinizm kapsamında işgal etmekte, bu ülkelerdeki tabiî kaynakları sömürmektedir.
Benzer durum, diğer emperyal ülkelerin yayılmacı, işgalci ve sömürgeci politikalarında da söz konusudur. Burada emperyal güçler için, önemli olan uluslararası hukuk açısından haklı olmak değil, sömürücü ve işgalci amaçlarının tahakkuk etmesidir. Bu mücadele ve savaşlarda, milyonlarca insanların ölmesinin bu ülkeler açısından hiçbir önemi yoktur.
Son yüz yıl içinde yaşanan savaşlarda ölenlerin sayısı takriben 150 milyon civarındadır.
Amerikan New York Times Gazetesinde yer alan habere göre, ABD hava kuvvetleri, 18 Mart 2019’da Suriye’nin Bağhuz bölgesinde kadın ve çocuklardan oluşan sivil bir grubu hedef aldı ve bu saldırılarda yaklaşık 70 kişi öldü. Bu saldırı, Bir hukuk görevlisi, saldırıyı, her ne kadar soruşturma gerektiren muhtemel bir savaş suçu olarak işaretlese de, Amerikalı askerî yetkililer, felaket niteliğindeki bu saldırıyı dünya kamuoyundan gizledi.
Suriye’deki sahadan aldığım bazı bazı duyumlar şu şekilde: “ABD, PKK güçlerine itaat etmeyen bazı sivil bölgelere, önce DEAŞ bayrağı dikmekte, sonra da o bölgeyi bombalayarak, onlarca sivili katletmekte, sonra da pardon diyerek geçiştirmektedir”.
Bütün bu ölümlerin hiçbirisinin yaptırımı söz konusu olmamıştır. Çünkü hepsi, Sosyal Darwinizm kuralları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bütün bunlar neticesinde zalimler izzeti ile mazlumlar da zilleti ile yaşıyorlar ya da ölmüşlerdir, tamamı ruz-u mahşere tehir edilmiştir.
Nitekim şayet Corona Virüsü tabiî yollarla ortaya çıkmamış, bilinçli olarak yayılmış ise bu da Sosyal Darwinist politikalar kapsamına dâhil edilebilir. Hatta, Tabiî yolla yayılmış olsa bile, Sosyal Darvinist politika ile uyumlu sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Bu amaca yönelik terör örgütlerinin kurulması ve desteklenmesi, emperyal güçler için meşru bir hak iken, zayıf ülkeler için suçtur ve derhal cezalandırılmaları gerekir.
Sosyal Darwinizm yönündeki zayıf toplumsal kesimlere ve ülkelere yönelik uygulamalar, klasik insan hakları teorisini fiilen de dönüşüme uğratmıştır. Klasik insan hakları teorisi, esasen zayıf ya da güçlü ayırımı yapılmaksızın, hatta özellikle de zayıflar için olmak üzere bütün insanlar için geçerli olduğu halde, Sosyal Darwinizm kapsamında, bazı şartlarda, sadece emperyal devletlerin vatandaşları için geçerli hale gelmiştir. Güçlü olan işgalci bir devlet için, zayıf konumda olan bir ülkenin işgal edilerek tabii kaynaklarının sömürülmesi, sosyal Darwinizm kapsamında bir haktır; bu hakkın kullanılması kapsamında milyonlarca insanın ölmesi, bu tabiî olarak görülen mücadelenin olağan sonuçlarıdır. Bu ölümler, haksız ölümler, katliamlar, cinayetler değil, tabiî mücadelenin olağan sonuçlarıdır.
Sosyal Darwinizm’in masumiyetinden ve insaniliğinden bahsedebilmek mümkün değildir. Bu felsefi anlayışın, klasik insan hakları, hukuk devleti, adalet telakkileri ile bağdaşırlığı mevcut değildir. Hem insan hakları, adalet ve hukuk devletini savunup, hem de Sosyal Darwinizm’in haklılığını ve gerekliliğini savunmak, Osmanlıca Türkçesi ile ifade etmek gerekirse “CEM-İ ZIDDEYN”dir. Yani iki zıddın aynı anda bir arada olmasıdır. Bu ise imkânsızdır. Tıpkı bir dosya kâğıdının %100’nün hem siyah hem de beyaz olduğunu söylemek gibi, akıl dışı, aklın kabul edemeyeceği bir durumdur.
Sosyal Darwinizm temelli Batı medeniyeti varlığını sürdürdüğü müddetçe, insanlık dünyasının barış ve huzuru, adaleti görebilmesi mümkün değildir. Bunun adı, esasen medeniyet değil, deniyyettir, vahşettir ve dehşettir. Ama, maalesef, bütün bu vahşet ve dehşetine rağmen, en makbul, insancıl, hakkaniyetli medeniyetin, Sosyal Darwinizm temelli Batı medeniyeti olduğu yönünde, mütehakkim bir anlayış mevcuttur.
Bunun Şeytanın melaike, katilin mazlum ve masum, canavar sırtlanın masum ve zararsız koyun suretinde gösterilmesinden başka bir şey değildir.
Dünyada hâkim düzenin ve medeniyetin, Sosyal Darwinizm temelli değil, evrensel bir değere sahip insan hakları, hukuk devleti ve adalet eksenli olması temennisiyle…