Kazım Karabekir’in açtığı okullarda “yaparak-yaşayarak” metodundan hareketle derslerin verildiğini görüyoruz. Dersler nazariyeden(teori) ziyade amelidir.(pratik) Bu yüzden açtığı okulların çoğu mesleki ve teknik alandadır. Eğitimde muhakeme ve mukayese usulünün kullanılmasından yanadır. Paşa, ezberci bir eğitim anlayışının kişiye “müteşebbis ruh” kazandırmayacağını savunur. O dönemde ortaokullarda uygulamaya dönük olarak verilen bazı dersler günümüzdeki eğitim anlayışını bile kıskandıracak seviyededir. Paşanın 18 Aralık 1922’de Akşam Gazetesine verdiği bir röportajdan sanat ve çıraklık okulları ile ilgili düşüncelerine bakalım. “İlk tedbir olarak şehit ve kimsesiz çocukları toplayıp memleketimizin fabrika hayatına müsait birkaç yerinde vücuda getirilecek müesseselere yerleştirerek onları buralarda hem çalıştırmak ve hem de yetiştirmek, ondan sonra ham malzemenin bol bulunan o civarda en çok tüketilen maddeler nazarı dikkate alınarak ona göre fabrikalar tesis etmek… Fabrikaların tesisinde Avrupalı sermayedarları iştirak ettirmek; fabrikaların yanlarında çocukları okutmak için sanat ve çırak mektepleri açmak… Avrupa’da mütehassıslar, ustabaşılar getirtmek, memlekete hiçbir faydası olmayan eski ve köhne sanat mekteplerini kâmilen ortadan kaldırıp yerlerine yeni esaslar dâhilinde yeni sanat mektepleri açmak…”[1]
Yükseköğretim konusunda ise dönemin üniversite modelini eleştirmiştir. “Amerikan üniversitelerinden örnekler getirmiş ve “Kampus” tipi bir üniversiteyi tercih etmiştir. Kendisinin “Üssü’l-hareke” olarak isimlendirdiği ilim merkezlerinin, belli sayılarda olup, bilhassa Anadolu’nun merkezinde, Ankara, Kayseri, Sivas, Konya gibi şehirlerde oluşturulmasında, memleket için çeşitli yönlerden yüksek menfaatler sağlanacağını”[2] belirtmiştir. Yurt dışına öğrenci gönderilmesini ve öğrencilerin orada öğrendikleri bilgi ve becerileri ülkelerinde kullanmalarının çok faydalı olacağını, nitekim Japonya’nın eğitimde böyle bir metot izlediğini ve başarılı olduğunu ifade etmiştir. Tüm bu donanımlarla birlikte çocukların milli ve ahlaki değerlerle yetişmesini son derece önemli bulur. Nitekim “Öğütlerim” adlı kitabı, şiirleri, oyunları (şarkılı ibret, ibret)” gibi faaliyetleri milli ve ahlaki değerlere verdiği önemin bir tezahürüdür. 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi başkanlığı yapmış olan Paşa, kongrede kendisinin teklif ettiği eğitimle ilgili bir kararı takdire şayandır. “Madde 6- Köylerdeki ilkokulların mutlaka beş dönümlük bir bahçesi ve iki ineklik fenni bir ahır ve kümesi yeni usul bir arılığı ve muallimler için iki odalı bir evi olması ve arazinin bir kısmı sebze ve bir kısmı çiçek, bir kısmı da fidancılığa tahsis edilerek muallimlerin nezareti altında bizzat tarafından idare edilerek masraf ve hasılatının köy muallimlerine ait olması ve suretle çocuklara ameli olarak çiftçiliğin öğretilmesi ve aydın kişilerin köylerde yerleşmelerinin tevşviki.”[3]
Bugün eğitimcilerimizin en büyük eksiği üniversitelerimizde ve okullarımızda pratiğe dönük derslerin az oluşudur. Aynı şekilde öğrencilerimiz maalesef anaokulundan başlamak üzere eğitimin tüm kademelerinde “kes, kopyala, yapıştır” mantığının esiri olmuş durumdalar. Eskiden köy okullarımızda “İlköğretim ve eğitim Kanunu” gereği tarımla ilgili uygulama bahçeleri olurdu. Burası öğretmenlerimiz ve öğrencilerimiz için hem bir teneffüs alanı hem de tarımla ilgili birtakım becerileri kazandıkları yer olurdu. Öyle ki köyde tarım ve hayvancılıkla ilgili meselelerde öğretmene danışılırdı. Ancak şimdilerde öğretmenlerimizin köy yerine merkezde kalmayı tercih etmeleri sebebiyle okullarımıza ve köy halkına karşı bir yabancılaşma söz konusudur. Bu nedenle öğretmenlerimizin köyde kalabilmelerini temin edecek ekonomik ve sosyal tedbirlerin alınması hem eğitimimizin hem de köylerimizin yeniden hayat bulması açısından son derece önemlidir.
Karabekir’in israfla ilgili görüşünü ise eğitim sistemimizin bir tezahürü olarak çıkar karşımıza. “Almanların en yüksek adamlarına dikkat ettim. Kalemlerini sigara ağızlığı gibi bir takım tüpler içerisine koyuyorlar ve ta dibine kadar kullandıktan sonra atıyorlar. Hâlbuki en fakir olan bizimkilere gelince el ile tutulmayacak bir hale geldi mi tutup atıyor. Onlar kalemin en iyisini kullanıyor. Fakat en sonuna kadar sarf ediyorlar. Sonra önüne gelen her hangi bir kâğıda bir gül resmi, bir çiçek resmi yapmak ondan sonra yırt at, bunlar onlarda görülmüyor. İktisadi telkinsizliğin neticesi bizim dairelerimizdeki kırtasiyenin ne müthiş bir yekûna baliğ olduğu umum bütçelerde görülüyor…”[4]
İsraf konusu üzerinde durulması gereken önemli bir meseledir. Bir Alman’ın gösterdiği hassasiyetten daha fazlasını göstermemiz icap eder. İsrafı sadece maddi açıdan değil zaman ve emek açısından da değerlendirilmelidir. Eğitimcilerimizin israf üzerinde yeterince durdukları kanaatinde değilim. Okulda, kullanılmayan alanlar, demirbaşlar, boş yere akan musluklar, yanan ışıklar, kırılan kapılar, pencereler, bir kere kullanılıp yere atılan kâğıtlar, devletimizin milyarlarca para akıttığı halde öğrencilerimizin kullanmadığı, ya da kullanamadığı kitaplar, boş geçen dersler, zamanının büyük bir kısmını makulün dışında okulda geçirmek zorunda kalan öğrenciler eğitimde görünen israf aysberginin sadece bir bölümüdür. Oysa bir İslam medeniyetinin içerisinde yaşıyoruz. İsrafı yasaklayan emir ayetle sabit. “Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez/Araf Suresi 31” Ve yine “Akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur.” Hadisine rağmen her alanda bir israf çılgınlığıyla karşı karşıyayız. İnsanımızın büyük bir bölümü yoksulluk içerisindeyken gösteriş meraklısı sosyal medya ünlülerinin saçlarına paradan şekil vermeleri, içtikleri kahvenin üstüne yaprak altınları serpmeleri, koparılan kilolarca gülleri iş makinasının kepçesiyle birilerinin üzerine dökmeleri, etrafa para savurmaları, lüks hayatlarını insanların gözüne sokar gibi ifşa etmeleri ve daha akla hayale gelmeyen taşkınlıkları israfında ötesinde incelenmeye değer patolojik bir vakıadır. Ne yazık ki insanlarımıza örnek olması gereken siyasetçi, sporcu ve sanatçılarımızda bu konuda sosyal medya fenomenlerinden geri kaldığını söyleyemeyiz. Hatta televizyonlarda boy gösteren din adamlarımız bile her programda giydikleri farklı farklı fiyakalı takım elbiseleriyle bize peygamberimizin nasıl aç kaldığını, nasıl sade yaşadığını anlatıp durmaktalar.
İsrafın ne boyutta olduğunu anlatmak için askerlikte yaşadığım bir olayı sizlerle paylaşmak isterim. Bize kahvaltıda her gün yarım margarin verilirdi. Hiçbir asker sabahın yedisinde çıkarılan bu yağa ağzını bile sürmezdi. Yüzlerce askerin yemediği yağlar olduğu gibi çöpe atılırdı. Üstelik bu durum her gün aynı şekilde devam ederdi. Gördüğüm bu içler acısı manzarayı üstlerime bildirmeyi düşündüm. Fakat baktım ki bizim üstümüzdeki komutanlar o çöpten yapılmış kulenin önünde durmaktalar. Kendilerinin bildiği bir hadiseyi anlatmanın yersiz olduğunu düşündüğümden söylemekten vazgeçtim. Yine aynı yerde yazın araziden topladığımız otları ihtiyaç sahibi birilerine vermeleri gerekirken yakmaları bir kamu israfı olarak üzerinde düşünülmeye değer. Yaşadığım bu münhasır olayın kim bilir başka kurum ve kuruluşlarımızda daha ne fecaatleri vardır. Eğer insanımız evde bir musluğun damla damla akmasından, ışıkların boş yere yanmasından rahatsızlık duymuyorsa burada ciddi bir eğitim sorumuz var demektir.
Paşadan önemli bir tespit ve eleştiride şudur: “Mektebin birine giderken kapısı kirli, berbat vaziyette, fenerleri kırılmış ve eğri. 15-16 yaşında ve güzel beden terbiyesi yapan kız çocuklarına kapının önünde rastladım. Bu hali görmediler, gösterdiğim zaman bu vazife hizmetçilerindir dediler. Dershanelerinde birçok kir, örümcek yuvaları, pencerelerden atılmış birçok paçavralar gördüm. Kız çocuklarına “Bu vazife kimindir?” dediğim zaman şayanı hayret bir halde verdikleri cevap yine “Hizmetçilerindir” Yetim kız çocukları bunları kaldıracak yapacak ve hatta görecek bir vaziyette değildirler. Şu halde hayat için bunlar hazırlıklı değildirler. Bunların hayatı kurtulmuş fakat istikballeri tehlikeli bir vaziyettedir.”[5]
Öğretmen ve idareci arkadaşlarla yaptığım toplantının birinde bir idarecimiz şöyle yakınmıştı: “Başkanım, çocuklarımızdaki davranış problemlerini tam olarak çözemedik. Tüm söylemelerimize rağmen yine de okula zarar vermekteler, yerlere çöp atmaktalar.”
Dedim ki:
“Sayın hocam sizlerden serzeniş yerine şunu yapmanızı isterdim. Bir gün okuldaki idareci ve öğretmenler olarak elinize siyah bir çöp poşeti almanızı, bahçeye çıkmanızı ve hiçbir öğrenciye hiçbir şey söylemeden oradaki çöpleri toplamanız. Böyle yaptığınızda göreceksiniz ki sadece bir günde öğrencilerin yere çöp atma davranışı yüzde elli değişecek.”
Olumsuz davranışın yerine olumlu davranışı ikame etmenin bizatihi en iyi yolu olumuz davranışı öne çıkarmak değil olumlu davranışı hissettirerek/ uygulayarak göstermektir. Yazımızı, Kazım Karabekir eğitimin kelebek etkisiyle toplumu olumlu ya da olumsuz manada nasıl şekillendirdiğini anlatan bir sözüyle bitirelim. “Çocuk Davası” gereği gibi eline almayan ve onu halledemeyen bir hükümet ne yaparsa yapsın asıl vazifesini yapmış sayılmaz. Çünkü yapılan her şey istikbalde kuvvetli ellere tevdi olunamayacağından o işler payidar olamaz ve milli bünyede tehlikede sayılır.”[6]
[1] Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.333,334
[2] Nuri Köstüklü, “Kazım Karabekir’in Yüksek Öğretim hakkındaki Görüşleri”, Selçuk Üniversitesi, ATA Dergisi, Konya 1992, sayı:2.
[3] Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.344
[4] Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.437
[5] Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.447
[6] Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.555