Abdülhamid Döneminin Olağanüstülük Arz Eden Ağır Şartları
Sultan II. Abdülhamid Han’ın saltanatı döneminde Osmanlı Devletinin ve tüm Âlem-i İslâm’ın, içinde bulunduğu vahim durum ve karşı karşıya bulunduğu dehşetli tehlikeler, tam manası ile bilinmeksizin, bu dönemi değerlendirmek hata ve eksik olur.
Bu sebepledir ki, öncelikle hilafet ve saltanatın kendisinde içtima ettiği (toplandığı) Osmanlı Devletinin bu dönemde içinde bulunduğu durumu tahlil etmek istiyorum.
Sadece kendi coğrafyası ile sınırlı ilişkileri olan basit bir Devletin değil, aynı zamanda Âlem-i İslam’ın çimentosu mesabesinde olan hilafetin de yıkılmasını hedefleyen her türlü harici ve dâhili çabaların en üst düzeylere çıktığı, hilafet ve saltanatın bütünlük içinde ciddi manada tehlikeye girdiği bir dönemde II. Abdülhamid Han saltanat köşküne oturmuştur.
Şunu çok net bilmek gerekir. Osmanlı Devletinin yıkılışı, (günümüzdeki) bir Suriye, Sudan, Somali, Mısır, Suudi Arabistan vd. herhangi bir İslâm Devletinin çöküşü ile eş değerde ve mahiyette değildir. Osmanlı Devletinin hilafet ve saltanatla bütünlük içinde yıkılışı, esasen Âlem-i İslâm’ın mukadderatı açısından, burada sözü edilen devletlerin her birinin münferid olarak yıkılışının belki de yüzlerce katı menfi, yıkıcı, dağıtıcı, yok edici neticeleri olan bir çöküştür.
Osmanlı Devletinin saltanat ve hilafetle bütünlük içerisinde yıkılışının vahamet derecesinin çok daha iyi anlaşılabilmesi için, hilafet ve saltanatın yıkılışı sonrasında İslam Dünyasının genelinde yaşananlara özet olarak bakmakta fayda vardır.
Osmanlı Devletinin çöküşü sonrasında Âlem-i İslam’ın yaşadığı perişaniyet, karmaşa, savrulma, keşmekeş, dağınıklık, hatta birbirlerine hasım haline getirilmeler, burada yapılan tespitlerin en bariz göstergeleridir. Kısaca, müstemleke (emperyal) güçler, hilafet ve saltanatla bütünlük içerisinde Osmanlı Devletinin yıkılışı sonrasında, hâmîsiz ve sahipsiz kalan İslam ülkelerinin bir daha kesinlikle bir araya gelmelerini imkânsız kılacak politikalar geliştirdiler.
Bu süreçte param parça hale getirilen, sınırları müstemleke güçleri tarafından tabiri caizse CETVELLE çizilen İslam Devletlerinin, bir kısmı İngilizlerin, bir kısmı Rusların, bir kısmı Amerika’nın, bir kısmı Fransızların bir kısmı da diğer müstemleke devletlerin kuklası haline getirildiler ya da onların kontrolleri altına girdirildiler. Bu şekilde yaşatılan savrulmalar ve derin ihtilaflar içinde, ittihad-ı İslam’ın sağlam temeller üzerinde tesis edilmesi bir yana, bu ülkelerin sürekli bir şekilde birbirleri ile çatıştığı, didiştiği, ilişkilerinin kesildiği ya da minimize edildiği kaotik bir ortam ortaya çıkmıştır.
Bir yandan, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti’nin hilafet makamı kimliği ile sahip olduğu hâmîlik misyonunu terk etmek suretiyle, İslâm Âleminden tamamen soyutlandı (tecrit olundu), her türlü alanlarda Batı ile ilişkilerin geliştirilmesi tek ya da en baskın hedef olarak belirlendi.
Diğer yandan, hilafet makamını da temsil eden Osmanlı Devletinin yıkılışını müteakiben İslam âlemi tamamen dağıldı. Bu gelişmelere bağlı olarak İslâm Devletçikleri, müstemleke güçlerin sömürüsüne, insafına, sürekli ihtilaf çıkarıcı politikalarını sahneye sürmelerine müsait hale getirildi.
Dört tane bir (1) rakamı tam bir dayanışma içinde omuz omuza verdiği zaman, binyüzonbir (1111) gücünde bir kuvvet ortaya çıkar. Bu dört tane bir (1) rakamının birbirinden ayrılmaları halinde, 1+1+1+1=4 gücünde kuvvet ortaya çıkar. Buradaki dört tane bir rakamının birbirlerini eksiltici pozisyona girmeleri halinde, 1-1-1-1= -2 neticesi ortaya çıkar, pozitif güç olma ihtimali tamamen ortadan kalkar.
Bu misale benzer şekilde, dört İslâm Devletinin bir araya gelmesi halinde, bunların gücü sinerjik olarak kat kat artabilecektir. Söz konusu İslam Devletlerinin, birbirleri ile dayanışma içine girmemeleri, ilişkilerini münferid olarak sürdürmeleri halinde, her biri kendi başına bir varlık ve güce sahip olacaktır. Diğerlerinin gücünden istifade etme durumu söz konusu olmayacaktır. Bu İslam Devletlerinin, dağınıklık, rekabet, sürekli birbirleri ile çatışma halinde olma pozisyonuna getirilmeleri neticesinde, bunların etkili şekilde güç birliği yapmaları, bu yolla pozitif güç birliği tesis edebilmeleri imkan ve ihtimalinin ortadan kalktığı gibi, birbirlerine güç kaybı da yaşatmışlardır.
Batılı müstemleke güçlerin, Cezayir’de yaşattıklarına diğer İslam Ülkelerinin seyirci bırakılmaları, hatta bir kısmının müstemleke güçlerin cenahında yer almaları, İsrail’in mütecaiz yayılmacı politikaları karşısında İslam Ülkelerinin tam bir acziyet, çaresizlik ve bir kısmı ilgisizlik örnekleri sergilemeleri, İran-Irak, Irak-Kuveyt savaşlarının çıkarılması, müstemleke güçlerinin Irak, Suriye, Afganistan, Libya gibi ülkeleri işgal etmek fiillerine karşı İslam Devletlerindeki ilgisizlik, tepkisizlik ve dağınıklık, Osmanlı Devleti’nin yıkılışına bağlı olarak Âlem-i İslâm hakkında planlanan müstemleke projelerinin etkin bir şekilde hayata aktarılmasıdır.
Kısaca bu dönemin, Yavuz Sultan Selim’in şu dörtlükte belirttiği hayati derecede ehemmiyetli mesajla bütünlük içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Milletimde ihtilaf-u tefrika endişes,
Kuşe-i kabrimde dahi bî-karar eyler beni;
Müttehidken savlet-i a’dayı def’a çaremiz,
İttihad etmezse millet dağdar eyler beni.
Yavuz Sultan Selim’in bu mısralarda ifade ettiği derin manalar, bir de şu şekilde ifade edilebilir:
“Kimin himmeti (İslâm) milleti ise o tek başına küçük bir millettir” düsturunu kendisine şiar edinen, Âlem-i İslâm’ın selametini ve istiklâliyetini her şeyin fevkinde, üstünde gören, bin ruhum olsa Âlem-i İslam’ın selameti, kurtuluşu için feda ederim diyebilen bir yüksek (ulvi) ideale, ruh azametine ve motivasyonuna sahip birisi için, Âlem-i İslam’ın şu perişaniyeti, sefaleti, dağınıklığı, felaketlerin en büyüğüdür. Bu kişilerin ruh ve vicdanları için bundan daha büyük bir azap verici hadise olamaz.
Bu sebeplerden dolayıdır ki, Osmanlı Devletinin ve hilafetin içinde bulunduğu ve neticelerini kısaca resmetmeye (tasvir) çalıştığım bu dehşetengiz ortam dikkate alınmaksızın, sathi (yüzeysel) bir şekilde, sadece Osmanlı Devletini ve dönemin padişahının politikalarını değerlendirmeye tabi tutmak, tamamen eksik, hatta hatalı olur. Bir diğer ifadeyle, böyle hatalı bir değerlendirme neticesinde, sel, deprem, heyelan, çığ düşmesi, fırtına, tufan ortamlarında alınan sıkı önlemlerin, sıkı kısıtlamaların, güllük gülistanlık bir ortamın şartları nazara alınarak değerlendirilmesine benzer bir durum ortaya çıkar.
Kısaca çok daha vurgulu bir şekilde ifade etmek gerekirse, II. Abdülhamid Han dönemi, Âlem-i İslâm’ın mukadderatı ile alakalı esaslı yıkılışların, ittihad-i İslâm’ın tarumar edilmesinin, yeryüzünde iki Müslüman devlet ya da milletin bir araya gelmesinin tamamen imkânsızlaştırılmasının amaçlandığı, bu yöndeki küresel politikaların etkin ve yoğun bir şekilde icra aşamasına konulduğu bir dönemdir. Yani hilafet ve saltanatla bütünlük içinde Osmanlı Devletinin mutlak olarak yıkılışına sebep olabilecek fırtınalı, tufanlı, sarsıntılı dehşetengiz bir ortam söz konusu.
Burada Abdülhamid Han’ın önünde iki tür seçeneğin mevcut olduğu söylenebilir.
Birincisi, saltanatla birlikte hilafetin her türlü harici ve dâhili saldırılara karşı sıkıca korunması yoluyla ittihad-ı İslâm’ın muhafaza edilmesi, bunun temin edilebilmesi için ne gerekiyorsa eksiksiz bir şekilde yapılması;
İkincisi, Her türlü şiddetli harici ve dâhili saldırılar neticesinde Âlem-i İslâm’ın bir daha toparlanmamak üzere dağıtılması çabalarına karşı daha müsamahakâr davranılması.
Burada ikinci seçeneğin tahakkuk etmesinin olağan neticesi olarak, tüm Müslüman toplumların emperyal güçlere peşkeş çekilmesi, yeni kurdurulacak her bir Müslüman devletin birbirlerinden koparılarak, sürekli niza içerisinde olmalarının sağlanması amaçlanmıştır.
Kısaca, Osmanlı Devleti ve hilafetin geleceği ile alakalı İslam Dünyası için bir “hayat-memat (ölüm-kalım)”, bir diğer ifadeyle “varlık-yokluk” meselesi ortaya çıkmıştır.