TEMSİLİYET DAVAMIZ

“Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki, bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin…

 

Nurettin TOPÇU

 

 

 

“Karnı aç olandan ziyade kalbi aç olana acırım.” diyor Cenap Şahabettin. İnsan maddeden teşekkül etmiş bir et yığını olmadığı için kalbini doyuracak bir kalbe, susuzluğunu giderecek bir çeşmeye, her dem elemle dolup boşalan gönlünü sükûna erdirecek bir rıhtıma ihtiyaç duyar. Bu manevi ihtiyacı ne devasa alış-veriş merkezleri ne tıka basa yemekler ne lüks mağazalar ne geceliği bilmem kaç bin dolarlık oteller ne yatlar ne katlar karşılayabilir.  Ülkemde ekonomik kriz var diyorlar. Doğru… Yalnız bu kriz domates, biber krizi değil. İnsan krizi… Adam enflasyonu yaşanıyor ülkemde. Arz ve talep meselesi… Onu bulmak saman içerisinde iğne aramak kadar zor. Sefahat ve inanç zayıflığı ile boğuşanların arayıp da bulamadığı insanlardan bahsediyorum.

Ruh ve mana köküne sıkı sıkıya sahip olan insanları bulmak hakikaten ne de güç bir mesele. Zira tahrip fırtınasının talan ettiği tarlada maneviyatın neşv ü nema bulmasını beklemek eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Mumla aradığımız bu insanları bulduğumuz vakit bize düşen hiç tereddüt göstermeden onların eteğine yapışmak, yanlarından bir an olsun ayrılmamaktır. Zira onlar yazımızın başlığında belirttiğimiz gibi temsiliyet davamızı şahıslarında temerküz etmiş nadide fertlerdir.

Gölge hadiselerin peşine takılan, özü kaçırmış biz Müslümanların en ehemmiyetli vazifesi haddizatında Temsiliyet davası olmalıdır. Yalnız bu bahse geçmeden önce daha önemli bir sorunumuz vardır ki o da temsiliyet gibi bir derdimizin olmayışı. Bu hâl üzerinde olan İslam ümmetinin hâli bizi yiyip bitiriyor. Şairin tasvir ettiği bir manzara-i umumiyeyi yaşıyoruz.

“Vatanımda sular akar başıboş

Herkes bir birini kakar başıboş

Bozkırlardan topal bir tren geçer

Çocuk, merkep, öküz bakar başıboş

……

Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!
Bir kibrit bir orman yakar, başıboş.

Allah’ım, sen acı bu saf millete!
Aksam yatar, sabah kalkar, başıboş.”

 

Hayatı boş vermişlik hâli esasen Temsiliyet derdimizin olmayışının temelini teşkil eder. Modern çağının en belirgin özelliklerinden birisidir umursamazlık. Kapitalist bir dünyanın kölesi olmak, bireyselciliğin tavan yapması, kimseye ihtiyaç duymama, bulunduğu ortamı zamanla kabullenme gibi birçok sebep umursamazlığı umursamayı intaç eder ve bu hâl zamanla toplum nezdinde bir marifetmiş gibi algılanmaya başlanır. “Boş ver gitsin, dünyayı sen mi düzelteceksin, takma kafana, hayatını yaşa, keyfine bak…” Modern dünyanın bize dayattığı görünüşte tatlı fakat hakikatte zehirli, cazip, efsunkâr kelimeleri kalın duvarlar örer hayatımıza. Oysa hadiselere karşı duyarlı olma bir insani vasıf değil de nedir? Boğazlanan bir koyunun yanındaki diğer koyunların iştahla otlamaya devam etmesi gibi bizlerde yaşananlara karşı duyarsızlaştık. Sözü uzatmaya gerek yok. Orhan Veli’nin bu bakış açısı meselemizi izah etmeye yeter aslında.

“Ne atom bombası

Ne Londra Konferansı

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya!”

 

Böyle bir hâl akli ve kalbi melekelerin sükût etmesinin bir tezahürüdür. Bunları parlatmadan, cilalamadan iptal-i histen kurtulmamız pek mümkün değildir. Nemelazımcılıktan kurtuluşumuzun kurtuluşumuz olduğunu bildikten sonra akli ve kalbi hislerimiz kıvamını bulacak ve işte o zaman çırpınıp durduğumuz temsiliyet davasından ancak bahsedebileceğiz.

Tebliğle birlikte gelen temsil etme vazifemizin olduğu ile ilgili dinimizin yüzlerce buyruğu var. İşte bir misal. “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun.”[1] Dünya ve ahiret kurtuluşumuzu netice verecek tüm iyilikleri bu ayet-i kerimenin şemsiyesi altına girdiğini söyleyebiliriz. Mesela kalbi kırık bir gönlü tamir etmek, ekmeğini paylaşmak, yoldan bir taşı kaldırmak, dostlarını sevgiyle kucaklayabilmek, gülümsemek, dininin gereğini yapmak, yapanlara yardımcı olmak ve hakeza…

Şimdi sözün burasında can alıcı bir soru tedai-i efkâr nevinden akla gelmekte. İslam âlemi ister şahsiyet planında, isterse topluluk düzeyinde olsun bu ayetin gereğini yerine getirebiliyor mu? Kızılcık şerbeti içsek de doğruyu söylemekle mükellef olduğumuza göre şapkamızı önümüze koyup konuşmamız icap eder. İslam dünyasında yaşanan hadiseler batının eliyle de olsa iyilik pınarlarımızı çoktan kurutmuş durumda. Nizam köpürmesi gereken çeşmelerimizden yıllardır kan ve gözyaşı akmakta. Maneviyata susamış hangi gönüller böyle bir çeşmeden su içmeye ikna edebilir?

Mevzuumuza bahis olan ayetteki iyiliği emretmeyi, kötülükten sakındırmayı sadece bir nasihat/öğreti işi zannetmekte ayrı bir hata olsa gerek. İslamiyet öncelikle yaşama ve yaşatma işidir. Müslümanlığı kendi üzerimizde temsil ettiğimiz takdirde İslam dünyası terakki edecektir. Bu bir hamaset, ya da farazi bir söylem değildir. Geçmişte yaşanan Asrısaadet ve en son temsiliyeti kavi olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniye buna en güzel örnek olarak gösterebiliriz.

Tarihi gerçekliğini teste tabi tutmadım ama kıssadan hisse alabileceğimiz bir olayı sizlerle paylaşmak isterim:[2]

İstanbul’u fethettiğinde hapishaneleri tahliye ettiren Fatih Sultan Mehmet’e demişler ki; “Efendim, hapishanede üç tane filozof var. Görüşmek ister misiniz?” Padişah, “olur” demiş “Gelsinler görüşeyim.”

Üç filozof getirilmiş huzura. Padişah sormuş:

“Sizi neden hapsettiler?”

Filozoflar cevap vermişler:

“Biz, İmparator Konstantin’e devletin yıkılacağı yönünde fikir beyanında bulunduk onun için hapsedildik.”

Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet:

“Öyleyse bizim devletimiz hakkında ne dersiniz. Bu husustaki kanaatinizi bilmek isterim.” demiş.

Filozoflar uzun süredir hapishanede olduklarını bu yüzden çarşı-pazarı yeterince tanımadıklarını, bir kanaate varabilmeleri için belirli bir süre gerektiğini söylemişler. Padişah bu teklifi uygun görmüş. Üç filozof sultanın bu sorusuna cevap bulmak üzere ülkeyi gezmeye çıkmışlar. İlk uğradıkları mekân çarşı olmuş. Filozofların birisi dükkânın birisinden bir alış veriş yapmış. Daha sonra ikinci filozof aynı dükkândan alış veriş yapmaya teşebbüs etmişken dükkân sahibi demiş ki:

“Efendim, yanımdaki dükkân sahibi siftah yapmadı. Alış verişi ondan yapmanızı arzu ederim.”

Daha sonra üç filozof bir mahkemeye uğramışlar. Davacı:

“Ben bir at satın aldım. Fakat atı aldıktan sonra fark ettim ki, at daha önce zehirlenmiş. Aldıktan hemen sonra öldü. Satıcıdan davacıyım. Atın tazminatını istiyorum.” demiş.

Hâkim “Niye bu şikâyetini alış veriş yaptıktan hemen sonra değil de birkaç gün sonra mahkemeye intikal ettirdin?” diye sormuş.

Şikâyetçi:

“Efendim, ben şikâyetimi iletmek üzere geldim. Ancak siz yoktunuz.” deyince, hâkim “Haklısın” demiş “O gün babam vefat etmişti. Gelememiştim. Senin atının tazminatını ben üstleniyorum.”

Filozoflar bir mahkemeye daha uğramışlar. Burada davacı satın almış olduğu bir arazide bulduğu definenin kendisine ait olmadığını söylüyor ve diyor ki “Bu araziyi satan kişi, bilseydi definenin burada gömülü olduğunu araziyi satmazdı. Dolayısıyla bu define arazinin eski sahibine aittir.”Satıcı da diyor ki, “Ben bilseydim definenin arazimde gömülü olduğunu ebette satmazdım. Ama artık satmış bulunuyorum. Bu define araziyi alanın hakkıdır.” Dolayısıyla araziyi satan da alan da defineyi almak istemeyince hâkim araştırmış. Her iki tarafın birisinin oğlu diğerinin de kızı olduğunu tespit etmiş. Ve kararını şöyle vermiş; “Tarafların birisinin kızıyla diğerinin oğlu evlendirilsin. Bu define de onlara çeyiz olarak verilsin.”Bu üç olaya şahit olan filozoflar padişaha gelerek kanaatlerini bildirmişler. Demişler ki,

“Sultanım sizin devletinizde hak ve adalet yerini bulduğu müddetçe yıkılmaz.”

 

İnceliği, nezaketi ve kemalatı gösteren bir misal daha vererek sonlandıralım. ”[3]

“Âsam isimli veli. Âsam sağır demek. İsmi sağır değil, sonradan sıfatı oluyor, sağırlık… Ona bir kadın gidiyor, huzurunda başlıyor anlatmaya derdini. Dertli kadın bağıra bağıra konuşuyor ve bu arada ihtiyatsızca kadından çirkin bir ses çıkıyor. Eriyor kadın, dünyaya geldiğine pişman, hicabından eriyor. Âsam vakur hiç bir şey sezmemiş gibi duruyor ve kadına dönüyor diyor ki:

“ Hanım bağıra bağıra konuş ben sağırım! İşitmiyorum.”

Çirkinliği örtmede ne de güzel bir misal. İslamiyet budur gidip de herkesin en mahrem hayatını ifşa edip ortaya dökmek değildir.

Devam edecek inşallah…

 

[1] (Âl-i İmrân sûresi 3/104

[2] https://insan ve hayat.com/muessirden-esere-sahsiyet-egitimi/

[3] Necip Fazıl Kısakürek, İman ve Aksiyon s. 123

Exit mobile version