Her yıl bu zamanlar evlerde, okullarda ve milyonlarca yürekte tatlı bir heyecanın ayak sesleri hissedilirdi. Eylül ayı yeni bir dönemin yaklaştığını bize haber verirdi. Uzun bir zaman uzak kalınan arkadaşlara kavuşacak olmanın mutluluğu da olurdu. Ancak içinde bulunduğumuz ve çok da normalleştiremediğimiz “yeni normal” olarak adlandırılan hayat tarzı pek çok alandaki kısıtlamalar gibi eğitim öğretim alanında da kısıtlamaları beraberinde getirdi.
Resmi verilere göre 17 milyon öğrenciye sahip bir ülkeyiz. Bu rakam 53 ülkenin nüfusundan daha fazla. Dinamik, genç bir ülkeyiz ve bu pek çok ülkenin sahip olmadığı/olamayacağı bir güç. “Kontrolsüz güç, güç değildir” diye meşhur bir söz vardır. Elbette hayalleri taptaze, heyecan ve enerji dolu bu gençlerin eğitimle aralarındaki mesafenin açılmaması için “uzaktan eğitim” olarak tanımlanan bu alternatif yöntem bir müddet daha gündemden düşmeyeceğe benziyor. Esasında “uzaktan eğitim” yerine “uzaktan öğretim” kavramı daha yerinde bir tanımlama olacaktır. Zira bu faaliyetler bilgi aktarma odaklı yapılmaktadır. Eğitim, çocuğa davranış kazandırmayı amaçlar. Sosyalleşmek, oyun, sanat, spor eğitimin bir parçasıdır. Öğrenci, öğretmenin koridorda yürümesinden bile bir şeyler öğrenebilir. Elbette bütün bunlar dikkate alındığında çevrimiçi uygulamaların yüz yüze eğitimin yerini tuttuğunu kimse iddia edemez.
Okulların tümüyle yüz yüze eğitime başlaması hala belirsizliğini korumakta. Bu noktada velilere büyük bir sorumluluğun düştüğü bir gerçek. Eğitimi uzaklarda aramanın, belirli tarihler ve dört duvar arasına hapsetmenin büyük bir haksızlık olacağı unutulmamalıdır. Okula gitme imkanı bulamadığı halde tarihin seyrini değiştiren nice bilim adamlarını tarih kaydetmiştir. Eğitim, hayat boyu devam eden fıtri bir süreçtir. Velilere düşen ise çocukların öğretmeni rolüne girmeden bu doğal akışa uyum sağlamak, çocukların meraklarına kulak vermek ve onların öğrenme serüvenlerine ortam hazırlamaktır. Bir gece yıldızları gözlemlemek, beraber alışveriş yapmak, bir kitap/film üzerine söyleşmek vb. etkinlikleri ders havasına sokmadan yapmak çocuğa muhakkak çok şey katacak ve onu hayata hazırlayacaktır.
Eğitim söz konusu olduğunda pek çok kişi birtakım kurtuluş reçeteleri sunmaktadır. Ancak işin ehli olan ve maarif davasının fikir yükünü çeken şahsiyetlere kulak vermenin daha yerinde olacağı bir gerçektir. O şahsiyetlerden birisi olan Nureddin Topçu, milletimizin üç asırdan beri geçirmekte olduğu sıkıntıların kaynağının kültür ve maarif sahasında aranması gerektiğini söyler ve tedavinin de hastalığın bulunduğu yerden başlaması gerektiğini ifade eder.
Tarihe dönüp baktığımızda Semerkant’ta, Buhara’da, İstanbul’da ve İslam coğrafyasındaki medreselerin baş tacı edildiğini ve bunu yapan toplumların da bilim, kültür ve sanatta zirveyi yakaladıklarını görüyoruz.
Osmanlı’da yüksek ilimlerin okutulduğu medreselerin sayısının İstanbul’da 112, Bursa’da 40, Edirne’de 35, Amasya’da 8, Tokat’ta 7, Kütahya’da 6, Trabzon ve Diyarbakır’da beşer, Manisa ve Ankara’da dörder tane olması ve diğer Anadolu şehirlerinde de 3 veya 4’ten az olmaması o zamanki nüfus da dikkate alındığında ilmî faaliyetin ne derecede yaygınlaştığını gösterir. Hususî ilimlerin okutulduğu Darülhadîs, Darülkurra ve Daruşşifa olarak adlandırılan yüksek seviyeli medreselerin yanı sıra küçük çaptaki medreseler ve mekteplerin varlığı da dikkate alınırsa meselenin ciddiye alındığı anlaşılmaktadır.
İlmi ve muallimi aziz tutan yönetici ve milletler izzet bulmuşlar, hocasına kıymet veren sultanlar kıymet görmüşlerdir. Hüseyin Baykara, Kadı Burhaneddin, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmed Han (Allah cümlesine rahmet etsin) gibi sultanların meclisinde ilim erbabı insanlar ve onların sohbeti hiçbir zaman eksik olmamıştır.
Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden dönerken hocası İbni Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz Selim Han’ın kaftanını kirletince İbni Kemal çok mahcup olur ve ne diyeceğini şaşırır. Bu hali gören Padişah: “Âlimin atının ayağından sıçrayan çamurlar bize medar-ı ziynettir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukamın üstüne koysunlar” diyerek hocasını yüceltir. Vasiyeti üzere bu kaftan bugüne kadar muhafaza edilmiştir ve hala kabrinin üzerinde yer almaktadır.
Bu menkıbede ismi geçen Şemseddin Ahmed İbni Kemal Paşazade daha sonra Osmanlı’nın dokuzuncu şeyhülislamı olacaktır. İbni Kemal âlim bir şahsiyet olarak arkasında onlarca eser bırakmıştır. Hatta bir hesap yapıldığında – bu belki insan üstü bir durum olarak görülebilir – ömrünün her gününe yirmi sayfa yazı düştüğü görülmektedir. Böyle bir hocalık elbette Yavuz Sultan Selim Han gibi bir talebeyi sultanlık makamına taşımıştır .
Netice olarak denilebilir ki her öğrenci kaybedilmeyecek kadar değerlidir. Bir vebaldir aynı zamanda bu sorumluluğu üstlenmek. Bu süreçte çocuğun hayatına dokunan öğretmenlere ve ufku açık ebeveynlere çok fazla iş düştüğü unutulmamalıdır. Başarı ve sağlık dolu bir eğitim-öğretim yılı olması temennisiyle…