ALIŞIRSAN ŞAŞARSIN

ALIŞIRSAN ŞAŞARSIN

Bir işle sürekli ve belli metotlarla iştigal eden insanları, işin alışılagelmişin dışında farklı bir şekilde yapılabileceğine ikna etmek çoğu zaman zordur. Hele yapılan işin (eğer varsa) yanlışlığını anlatmak neredeyse imkânsızdır. 

Benzer bir hadiseye tartışma ortamlarında da rastlarız. Tartışan iki kişi karşısındakini ikna etmeye o kadar yoğunlaşır ki kimin haklı olduğunu anlamaktan karşılıklı olarak uzaklaşırlar. Bu durumda bir adım geri çekilip dışarıdan bakmak, yapılan işe veya tartışılan konuya yeni bir açılım imkânı sağlayabilir. 

İşletme körlüğü diye tarif edilen bu husus işin esasında bizim alışmak dediğimiz şeyin ta kendisidir. Kötü kokunun zamanla etkisini yitirmesi, daha az rahatsız edici olması ve nihayetinde bizim nazarımızda yok olması da yine alışmakla alakalıdır. 

Bu itibarla alışık olmak kişiler için sevdirici bir unsur olarak karşımıza çıkar. Söz gelimi her gün gelip geçerken rastlaştığımız insanlarla sosyal ilişkileri daha rahat kurarız veya sürekli gördüğümüz insanlardan bize zarar gelmeyeceğini düşünürüz. Bunun için olsa gerek ki Kur’an’da ezelden ruhlarının birbirine aşina olması, Allah’ın insanları birbirine sevdirme sebebi görülmüş ve bizim alışma diye bildiğimiz his ülfet olarak isimlendirilmiştir.  

Hayatı kolaylaştıran ve beşeri münasebetleri kolaylaştırıcı bir unsur olarak ülfet kimi zaman bizim için aldatıcı da olabilir. Çünkü insan kötü kokuya alıştığı gibi mesela nimete de alışır, kötülüğe de alışır. Hâlbuki nimete alışmak nankörlüğü doğurabildiği gibi, kötülüğe alışmak da kötülüğün reddi anlamına gelebilir. 

Yağmurun yokluğu sebebiyle dua ve ibadete ihtiyaç duyan insan, söz gelimi her gün güneş doğduğu için şükretmez ve güneş doğsun diye dua etmez mesela. 

Yine benzer şekilde aslında bir ceza olarak çölde mahsur kalan Yahudiler, günde iki öğün olarak kendilerine kudret helvası ve bıldırcın inmesine alışmışlar ve “bize patates, soğan, mercimek gibi yerin bitirdiklerinden insin”  demek suretiyle ülfetin nasıl nankörlük halini alabileceğini bize göstermişlerdir. Bu ülfetin bir diğer yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bir diğer misalde ise Karun, ben bu mülkü kendi ilmimle edindim diyebilmiştir.

Rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz gibi bir kişide gördüğümüz yanlışlıkla ilgili yapılan ikazlar, hiçbir zaman ilkinde olduğu gibi etkili olmaz, çünkü insan alışır. Bundan dolayıdır ki atasözü olarak “çok söyleme, arsız edersin” deriz.

İnsandaki alışma sebebiyle olsa gerek ki günah işleyen kişinin hemen tövbe etmesi tavsiye edilir, çünkü insan alışır. 

İnsan nimete alıştığı gibi suça da alışır, günaha da alışır. O kadar alışır ki suçu ve günahı tövbe ile pişmanlıkla temizlemezse kökleşir. 

Hatta hayal hem dünyada hem ahirette yargılanma sebebi olmasa bile kişinin hayallerini temiz ve helal tutması gerekir, çünkü hayal de kişi için bir nevi alıştırıcı etki gösterir. Hayal ettiği şeyi gerçek hayatta karşısında bulan kişinin direncinin düşük olması tam da bu alıştırıcı etki yüzündendir.

Böylelikle bir noktadan sonra ülfet tıpkı işletme körlüğü gibi hakikatin üstünü örten bir perde halini alır. Bu perdeyi yırtmak, ülfeti kırmak için çare, aynı tartışmada olduğu gibi meseleye dışarıdan bakmaktadır. 

Peygamberimiz güneş ve ay tutulması esnasında her ne kadar kısa ve geçici de olsa, Hüsüf ve küsüf namazı kılardı, nimete ülfeti kırmak için. Çünkü insanlar yağmuru bahşettiği için Allah’a şükreder de her gün güneşi doğduran rabbinin nimetine ülfet eder şükretmez.

Kur’an ise bu ülfeti kırmak için bizi düşünmeye sevk eder. Der ki “Rabbiniz suyunuzu elinizden alıverse size kim su verir”. 

Sahi içtiğimiz su, aldığımız hava bizim için bir nimet değil midir?

Yoksa denizde suyun değerini bilmeyen balıklar gibi biz de dünyada uyuyup ahirette uyananlardan mı olacağız, şükretmediğimiz nefesimiz tükendiğinde?

Exit mobile version