Batının din anlayışı ile İslâm’ın dine bakışı birbirine tamamen zıttır. Batının din anlayışını en güzel ifade eden Promete, İslâm’ın din anlayışını temsil eden ise İdris (as)’dır. Şöyle ki:
Yunan mitolojisinin anlattıklarına göre tanrılar Olimpos dağında yaşıyorlar imiş ve ateşe de yalnız onlar sahip imiş. Dağın aşağısında yaşayan insanlar ise gecenin karanlığına ve soğuğun şiddetine mahkûm imişler. İçlerinden Promete de bir tanrı imiş, fakat diğer tanrılardan farklı olarak o, insanlara acıyormuş. Daha sonra tanrıların ateşini çalmış ve insanlara armağan etmiş. Fakat bu iyiliğinden dolayı tanrı Zeus tarafından Kafkas dağlarında zincire vurulmuş, bir kartalı da onun ciğerlerini yemekle görevlendirmiş. Daha sonra Zeus’un oğlu Herakles onu bu işkenceden kurtarmış. Bazı internet sitelerinin rivayetine göre Prometheus; “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur” demişmiş ve böylelikle insanlığa özgürlüğün yolunu da göstermiş imiş.
Yine bir internet sitesine göre: O gün bugündür Promete daima insanlık uğruna çile çeken ve bu uğurda her türlü eziyete katlananların; Tanrı Zeus ise zulmün, haksızlığın, keyfiliğin ve zorbalığın timsali olarak hatırlanmakta imiş..
Kısaca bu mitolojiye göre: tanrılar acımasızdır. Üstelik insanlara yardım edene de düşmandırlar. Eğer birisi ateş gibi bir cevheri elde etmek istiyorsa tanrılara savaş açmalıdır.
Bu anlayış batının tarihine ve Hıristiyanlığa oldukça uygun düşmektedir. Çünkü Hristiyanlık –adeta mitolojideki Yunan tanrıları gibi- Kopernik’ten itibaren bilim ve teknolojinin düşmanı olmuştur. Bilim adamı Bruno kilise tarafından yakılarak öldürülmüş, Galile ise, kilisenin tehditleri yüzünden fikirlerinin yanlış olduğunu söylemek zorunda kalmıştır. Batılı bilim adamları –promete gibi- Hıristiyanlığa karşı verdikleri mücadele ile bügünkü medeniyeti kurabilmişlerdir. Bu yüzden batının dine bakışı hiçte pozitif olmamıştır.
Peki İslâmiyette böyle mi?
Bazı şahıslar ya cehaletten ya da kasıtlı bir şekilde İslâm’ı da Hıristiyanlıkla bir tutmuş, İslâm’ı Hıristiyanlık gibi bilim ve teknolojiye–dolayısıyla insanlığın menfaatine- düşman gibi göstermiş ve İslâm’a hücum etmişlerdir.
Hâlbuki durum çok farklıdır.
İslâm’ın tanımladığı Allah, (Yunan mitolojisinin tersine) insana şefkat eden bir Allah’dır. O Allah ki, güneşi başımıza lamba yaparak, gündüzün aydınlığını istifademize sunmuş, ayı da bir gece lambası kılmıştır. Yeryüzünü bir sofra gibi, inanan inanmayan her insanın önüne sermiştir. Onun, Rahman ismi, umumi merhameti, mümin kâfir herkese merhamet eden, rızık ve nimet veren manasına gelir. Rahim ismi ise daha hususi, yalnızca iman edenlere yönelik şefkati anlatır. Kur’ân’ın bütün sûrelerinin başındaki besmelede “Bismillahirrahmanirrahim” denilerek, insana hep bu umumi ve hususi merhamet hatırlatılır.
Allah insanlara peygamber gönderirken onları yalnızca ibadet ve uhrevi hayatı öğretmek için göndermemiştir. Onlar aynı zamanda dünya hayatının menfaatlerini de insanlara öğreterek dünya hayatında da örnek olmuşlardır. Örneğin, insanlara ilk defa kalemle yazı yazmayı, elbise dikmeyi öğreten İdris (as)’dır. Peki, bu yaptığı işten dolayı Allah onu cezalandırmış mıdır? Tam tersine Allah onu mükâfatlandırmış, Cevdet paşa’nın ifadesiyle “Allah ona göklerin esrarını açmış ve onu diri iken cennetine yükseltmiştir”.
Diğer peygamberlere baktığımızda benzer pek çok özellikleri görürüz. İnsanlara ilk defa saati öğreten ve piramitleri inşa eden Yusuf (as)’dır. Yusuf (as)’ın piramitleri ekinleri muhafaza için yaptığı söylenmektedir. Osmanlı döneminde piramitlere Yusuf (as) ambarları denilmekteydi.
Davud (as) zırh yapma sanatını, Nuh (as) gemi yapma sanatını öğretmiştir. Bu yüzden İslâm âleminde her sanat erbabı bir peygamberi kendilerine pir kabul etmişlerdir.
Burada Muhammed Hamidullah’ın bir hatırasına yer vermek istiyoruz. Hamidullah şöyle diyor:
Pakistan’ın tanınmış âlimlerinden bir zat İstanbul’a gelmişti. İstanbul Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesinde epeyce eski bir tarihte İstanbul’da basılmış bir kitabı aradı ve buldu. Seleften bir âlimin nazım şeklinde yazmış olduğu bu eser ve şerhi “Kelam İlmi” ile ilgili bir eserdir. Müellifin ismini maalesef şu an hatırlayamadım ama dikkatiniz çekmek istediğim nokta şudur: Pakistan’dan gelen zat bana bu kitaptan bir kısım gösterdi. Bu kısımda müellif seleften bazı âlimlerin görüşlerini naklediyor. Bu âlimlerden birisi: “mucizeler, maddi sebepler olmaksızın peygamberlerden sadır olan harikulade hadiselerdir” diyor ki, bu doğrudur. “Mucizenin gayesi nedir?” meselesine gelince aynı âlim şöyle diyor: “Bir peygamberden sadır olan herhangi bir mucizede gözetilen gaye, o peygamberin ümmetinin de aynı hadiseyi maddi imkanlarla gerçekleştirilmesidir, bu bir emirdir.” Yani, o ümmet bu mucizeyi maddi sebeplere dayanarak gerçekleştirmekle yükümlüdür.
Mesela, Hz. İsa bir cüzamlıyı, bir körü iyileştirmişse, onun ümmetinin de aynı şeyi tıpta ilerleyerek maddi imkanlarla gerçekleştirmesi gerekir. Mucizenin gayesi budur. Bu âlimin yaşadığı asırda insan oğlu henüz Ay’a çıkmamıştı; eğer içinde bulunduğumuz Feza Çağı’nda yaşasaydı, “Hz. Peygamberin Miracında göklere çıktığına göre ümmetinin de maddi sebepleri geliştirerek göklere çıkması vaciptir” derdi. Bu konuda seleften bir âlimin görüşünü sizlere nakletmiş bulunuyorum; belki aynı şeyi bugün ben söylemeye cesaret edemem. (Muhammed Hamidullah, Mucize, Keramet ve İstidrac, Hikmet Yurdu, Yıl: 2, S.3 (Ocak-Haziran 2009), ss. 81 – 93.)
Hülasa: batının dine bakışıyla, İslâm’ın bakışı birbirinden çok farklıdır.
Batıya göre Tanrı acımasız, insanlara düşmandır. İnsan kendi menfaatlerini temin etmek istiyorsa ona savaş açmalıdır.
İslâm’a göre ise, Allah, Rahman ve Rahimdir. Kullarını sever ve şefkat eder. Onların dünya ve ahiret saadetlerini kazanmaları için, onlara peygamberler göndermiştir. Eğer insanlar dünya ve ahiret saadetini elde etmek istiyorlarsa, hem maddi, hem de manevi alanda peygamberlere ittiba etmelidirler.