Benim Hayatım – 1

“Dur yapma!” dedi, yabancı olmadığım bir ses. Bu duyduğum son sesti. Ayağım kaymış binanın üçüncü katından aşağıya düşmüştüm. Hatırladığım tek şey, sağ gözümden ve burnumdan akan kanlara aldırmadan anneciğimin beni kucağına alıp “canımın içi” diyerek sarılıp ağlayışıydı.

Nedense evlerine ilk geldiğimde beni istemeyen sadece oydu. Sebebi ise, tek kelime ile titizliğiydi.

Oysa bizim titizliğimizin dillere destan bir hikâyesi vardır. Kancalı dikenlere sahip dilimizle kürkümüzü her gün saatlerce yalar, temizleriz.

Anti bakteriyel enzimler sayesinde ağız ve diş sağlığımız da gayet yerinde.

Doğrusu hiçbir insanoğlunun şahsi bakımına bu kadar özen gösterdiğini sanmam. Buna rağmen yine de istenmiyordum. Sahibimin, evlerinde kalmam için eşine ne diller döktüğünü bir bilseniz. Her seferinde kedilerin eve bereket getirdiğini, çocukların merhamet duygularını geliştirdiğini, bununla da yetinmeyip peygamberimizin bir sahabeye kediye olan düşkünlüğünden dolayı kedicik babası manasına gelen “Ebu Hureyre” lakabını verdiğini, nice evliya zatlarında kedi beslediğini anlatır dururdu.

Bu aralar Biyoloji dersine merak salan ailenin ortanca oğlu ise benim evlerinde kalmam hususundaki görüşlerini belirtirken daha farklı bir yol tercih ederdi.

Kedi sahiplenmenin sağlığa iyi geldiğini, kalp ve damar hastalıklarına yakalanma riskinin kedi beslemeyenlere oranla yüzde otuz ile yüzde kırk oranında daha az olduğunu, alerjilere karşı bağışıklık sistemini güçlendirdiğini, tansiyonu düşürdüğünü, endişe ve stresi azalttığını bilimsel olarak orta koyarak annesini ikna etmeye çalışırdı.

Ne çok faydamın olduğunu onları dinlerken öğrenmiştim. Hakikaten yeni evime bereketimle gelmiştim. Sahibimin geliri artmasa da borçları bitme noktasına gelmişti.

Evin küçük oğlu Hasan’ın, benimle oynamaktan telefon ve bilgisayarla vakit geçirmeye zamanı kalmamıştı.

Sevimli halimle onların üzüntülerini gidermeye çalışıyor, bir psikolog gibi terapi yapıyordum. Sözü uzatmayayım neticede babamın telkinleri o gün için işe yaramış ve ben evin yeni üyesi olmuştum.

Unutmadan belirtmeliyim ki “Anne-baba” derken elbette ki biyolojik ailemden bahsetmiyorum sizlere. Gerçek annem İngiliz, babamsa İskoç. Annem tıpkı benim gibi kar beyazı. Gözleri mavi. Babam ise iri yarı ve sarışın. Babamın babasının da Van kedisi olma ihtimali çok yüksek.

Zira gözlerimin mavi ve sarı renklerde oluşunun başka bir izahı yok.

Tabi yeni yuvama gelişimin evveliyatı da var. İki ay kadar annemin sütünü içtikten sonra kedi ticareti yapan birisi tarafından petşoplardan birine satılmıştım. Burada kuşlar ve balıklar alt katta, kediler ve köpekler ise üst katta kalıyorlardı.

Bu dükkânda, hiçbir çaba sarf etmeden yiyeceklerim önüme geliyor, etli, tavuklu, balıklı, sebzeli, meyveli yüzlerce mama çeşidinden istediğimi tercih edebiliyordum. Somon balığı en sevdiğim mamalardan biriydi. Yalnız sonraları sevmemeye başlamıştım.

Ödül için yaş mamayla birlikte verilen tüp içindeki sütlü kremaya bayılıyordum. Bulunduğum mekânda keyfim yerinde olsa da ilanihaye benim de bir gün alıcım çıkacak ve buradan ayrılmak zorunda kalacaktım.

Dükkân sahibi Uğur, her seferinde gelen müşterilerine beni öve öve bitiremiyor, onlara yüksek bir zekâya malik olduğumu söyledikten sonra telefonundan resimlerimi göstererek “Aha bu yavrucağın annesi British, aha bu da babası Scottish. Çok soylu bir kedi çooook çok.” diyordu.

Dükkân sahibinin bir kraliyet ailesine mensup biri olduğumu söylemediği kalmıştı. Neyse ki gelen müşteriler soyumdan çok tuvalet alışkanlığımı kazanıp kazanmadığımı, tüylerimin dökülüp dökülmediğini merak ediyorlardı. Tuvalet alışkanlığımı annemden öğrenmiştim.

Tüylerim ise her kedi gibi bazen dökülüyordu. Bir seferinde sırf bu yüzden tüylerimi traş ettirmişlerdi. Halimi görecektiniz. Yolunmuş bir tavuğa benziyordum. Allah’tan kısa bir süre sonra eski halime döndüm.

Dükkân sahibim bana yüksek fiyat belirlediği için uzun bir süre kimse dönüp yüzüme bile bakmamıştı. Ta ki günlerden bir gün parasına kıyan birisi çıkana dek.

Babam                               Annem                        Ben Minnoş                   Ve yeni dostum

Yeni sahibim geniş alınlı, kır saçlı, orta yaşlarda birisiydi.

Onun hayvan sevgisinin ne derece yüksek olduğunu, beni kucağına alıp sevdiğinde hissetmiştim.

Eve geldiğimde bütün ev halkı başıma üşüşmüşlerdi. Sanki hayatlarında ilk defa kedi görüyorlardı. Korkudan kanepenin altına saklandım ve uzun sürede çıkmadım.

Yalnız sahibim tuvaletimin geldiğini anlamış olmalı ki beni tuttuğu gibi banyodaki kum kabına götürdü. Koku alma yeteneğim sayesinde lavaboya gitmeyi birkaç günde öğrendim.

Yeni yuvama alışmam uzun sürmemişti. Bembeyaz tüylerim, yuvarlak kafama yapışık öne doğru kıvrılan katlı kulaklarım, sarı ve mavi rengindeki gözlerim, pembemsi burnum, iri patilerim ve uysal mizacım yeni ailemin bana alışmasında önemli sebeplerden bazılarıydı.

Vaktimin büyük bir kısmını puf puflu yatağımda uyuyarak geçiriyordum. Uyandığımda umumiyetle kendimi sırt üstü pozisyonunda bulur, yanımda her kim varsa çenemin altını okşar, ben de onun parmaklarını yalardım.

Bana olan sevgiye ve güvene rağmen bazı sınırlılıklarım olmuyor değildi. Mutfağa, yatak odasına, salona girmem zinhar yasaktı.

“Yasak” kedilerin hiç duymak istemedikleri bir kelimedir. Bir yolunu bulup oralara da gitmeliydim.

Namazlarını salonda kılan sahibim bazen kapıyı kapatmayı unuturdu. Unuttuğu bir günü fırsat bilip içeri girdim. Salon, diğer odalara nispetle çok daha güzeldi.

Yerde krem renginde bir halı, halının etrafında yeşil ve beyaz renkte iki kanepe, kanepelerin üzerine sırayla konulan işlemeli yastıklar, doğu-batı yönüne doğru bırakılan koltuklar, pencere kenarında çiçekler, salonun bir köşesinde büyükçe bir çam ağacı, ön tarafında yemek masası, etrafında gri sandalyeler, kapının bitişiğinde de sehpalar vardı.

Masanın olduğu duvarın üstünde Osmanlıca harflerle, “Bu da geçer yahu” yazısı, sağ taraftaki duvarda ise altın rengindeki pullarla Allah’ın isimleri yazılıydı.

Tüm bunları, sahibimin her içeriye girdiğinde o tabloları okumasından öğrenmiştim. Salonu çok seviyordum. Burası benim oyun bahçemdi. Açık bulduğum her an içeri giriyor özellikle de kanepenin üst tarafına çıkarak pencereden dışarıyı seyrediyordum.

Evimizin bitişiğindeki yürüyüş parkurunu, parkura bitişik dereyi, ilerisindeki anayolu, mezarlığı, binaları ve binaların arasında kalan parkı rahatlıkla görebiliyordum.

Parktaki söğüt ağacının üzerindeki sığırcık kuşları toplu halde havalanıyor, sonra tekrar cıvıldaşarak bulundukları yere iniyorlardı. Köpekler çimlerin üzerinde kendilerinden geçmiş bir vaziyette uzanmış yatıyor, kedilerse -av peşinde olduklarını gösterircesine- başlarını pinpon topu gibi sağa sola çevirip duruyorlardı.

Yeni yuvama geldiğimden beri hiç dışarı çıkmamıştım. Bunun tek sebebi veterinerimdi. Sahibime yavru olduğumu, ancak birtakım aşıları olduktan sonra dışarı çıkarılabileceğimi söylemişti. Sabırla beklediğim, hep salonun penceresinden gördüğüm parka, nihayet üç ay sonra, sıcak bir temmuz gününde gidebilmiştim.

Ayağımı korkarak yere bıraktığımda ilk duyduğum çimlerin kokusu olmuştu. Temiz havayı ciğerlerime kadar çektikten sonra -patilerimle az önce ürkerek yokladığım- çimlerin üzerinde zıplamaya başladım.

Bir çırpıda sahibimin oturduğu bankın yanındaki ağaca tırmandım. Bu ağaç, kanepenin üzerinden devamlı seyrettiğim sığırcık kuşlarının mekân edindiği söğüt ağacıydı.

Çocuklar, bulunduğum yerin az ötesindeki kedilere, evlerinden getirmiş oldukları pastaları, kekleri veriyorlardı. Yabani kediler, yiyeceklere kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyorlardı. Bense zavallıların yediklerine dönüp bakmıyordum bile.

Ne de olsa en âlâ gıdalarla beslenen bir müfettiş kedisiydim. Onlarsa ortalıktaki artıklarla karınlarını doyuran sokak kedileriydi.

Ben avcı bile değildim, onlar hem avcı hem de avdılar. Benim her daim tırnaklarımı kesen birileri vardı. Onlarınsa ağaçlara tırmanırken zamanla düşen tırnakları. Bendeniz yumuşak bir minderde yatarken onlar kaldırım taşlarının üzerinde kıvrılır uyurlardı. Benim aşılarım vardı hiç bitmeyen. Kuduz, karma, parazit… Onlarsa aşı nedir bilmezlerdi.

Sokak kedilerine miyavlayarak selam verdim. İçlerinden siyah-beyaz renkli ve biraz da semiz olanı parmak uçlarına basarak yanıma kadar geldi. Gözlerini olabildiğince açtı, kulaklarını dikleştirdi, kuyruğunu kaldırdı.

Bıyıkları titriyordu. Pembe patilerinin arasında gizlediği pençelerini hırlayarak çıkardı. Halini görünce birkaç adım geriye doğru gidip durdum. O da durdu. Bir süre öylece bakıştık.

Sonunda kendisine zarar veremeyeceğimi anlamış olmalı ki pençelerini geri çekti, gözlerini kıstı, kuyruğunu sallamaya başladı. Ardından burnuma kadar yaklaşıp usulca kokladı.

Patileriyle yanağımı okşayıp, diliyle de yaladı. Tüm bu tavır değişikliği dostluğunun bir göstergesiydi. Birlikte diğer sokak kedilerin yanına gittik. Beni onlarla tanıştırdı. Artık her dışarı çıktığımda kendi cinsimden olan arkadaşlarımla vakit geçiriyor, eğleniyordum.

Dışarıya çıkma yasağım nasıl kalkmışsa evdeki kısıtlılıklarımda zamanla ortadan kalkmıştı. Yalnız bir yere girmeme hâlâ izin yoktu. O da başıma gelen felaketin sebebi olan balkondu. Her ne olursa olsun orayı görmek istiyordum.

Bu yüzden balkon kapısının açılmasını dört gözle bekliyor, oraya girebilmek için fırsat kolluyordum. Sahibimin eşi, çamaşır sermek yahut aile bireyleri hava almak için balkona çıktıklarında ben de peşlerinden gidiyordum. Fakat onlar her seferinde benden önce davranıp kapıyı yüzüme kapatıyorlardı. Sabırla beklemeye koyuldum. Bir gün sahibimin eşi, çamaşır sermek için balkona çıkmıştı.

Tam o sırada ısrarla çalınan kapı zili ona hata yaptırmış, içeriye dönerken balkon kapısını kapatmayı unutmuştu. İçimden: “Hadi Minnoş tam sırası.” dedim. “Şimdi olmasa ne zaman?” Kuyruğumu sallayıp, kulaklarımı dikleştirdim.

Arka ayaklarımın üzerinde bir süre durduktan sonra ani bir hamleyle balkona doğru fırladım. Burasının bu kadar geniş olduğunu bilmiyordum. Salondaki kanepeden gördüğümden daha fazlasını görebiliyordum.

Mahallenin camisi, yolları, parkı, alışveriş merkezleri, yerleşim yerleri hepsi görüş alanımın içerisindeydi. Size garip gelebilir ama bu kadar çok yeri görmeme rağmen odaklandığım tek nokta balkonumuzun dibinde nelerin olduğuydu. Annemin balkona gelmesi an meselesiydi. Bu yüzden ani karar vermem gerekiyordu. Ya isteğimden vazgeçip içeri geçecektim ya da merakımın peşinden gidecektim.

Önce esen sert rüzgârdan dolayı tereddüt etmiş olsam da merakıma yenilerek korkuluğun üzerine çıktım. Korkuluklar dar olan balkon duvarının üstünü ikiye bölüyordu. Duvarın ev tarafında kalan kısmı biraz daha geniş, dışarıya bakan yönü ise daha dardı. Geniş tarafında durarak aşağıya bakmaya çalıştım. İstediğim yeri göremeyince tüm tehlikeleri göze alarak korkuluğun diğer tarafına geçtim.

Tam aşağıya bakacağım sırada hikâyemin başlangıç kısmında annemin söylediği “Dur yapma!” sözünü duydum. Lakin artık çok geçti. Ayağım kayınca bir anda üçüncü kattan aşağıya düştüm.

Devam edecek…

Exit mobile version