Gazneli Sultan Mahmut ordusuyla bir sefere çıkmıştı. Yolda Ayaz isminde bir çobanla tanıştı. Sultan onunla yaptığı kısa sohbette çobanın çok zeki olduğunu gördü ve dönüşte onu beraberinde sarayına götürdü. Sultanın çobanla yaptığı her sohbette ona olan hayranlığı, muhabbeti artıyordu. Sonunda günlerinin çoğunu onunla sohbet etmekle geçirir oldu.
Bu hal ister istemez sultanın önceki yakın dostlarının incinmesine ve çobana hased etmelerine sebep oldu. Bu yüzden çobanın hatalarını araştırmaya başladılar. Onun hatalarını bulup, sultanı ondan uzaklaştırmak istediler. Arayan bulur sözü mucibince onlar da bir hata buldular. Ayaz sarayda bir oda edinmişti. Her gün mutlaka o odaya giriyor, bir müddet kalıp çıkıyordu. Odaya da kimseyi sokmuyordu. Hasedçiler, onun saraydaki kıymetli şeyleri çalıp orada sakladığını düşündüler ve koşarak sultana gittiler. Olan biteni anlattılar. Sultan anlatılanlara pek inanmadı ama onlara inanmış göründü. Onlara odaya gidip kapısını kırmalarını ve odada ne varsa alıp, getirmelerini emretti. Hasedçiler koşarak gittiler, kapıyı kırıp içeri girdiler. Fakat içeride bir çoban abası ve bir çift çarıktan başka bir şey bulamadılar. Abayı ve çarığı alıp utanarak sultanın huzuruna geldiler.
“Yalnızca bunları bulabildik” dediler.
Sultan çobanı çağırttı. Huzuruna geldiğinde de yapılan şikâyetleri ve onların odada bulduklarını anlattı. Bu aba ve çarığın ne olduğunu sordu.
Çoban tebessüm etti ve “Sultanım! Eğer böyle bir durum olmasaydı ben bunu anlatmazdım. Fakat madem anlatmamı istiyorsunuz anlatayım. Bildiğiniz gibi, ben önceleri basit bir çobandım. Abamı, çarıklarımı giyer, koyunlarımı dağlarda otlatırdım. Kimsenin değer vermediği, basit, değersiz bir adamdım. Sonra sizinle tanıştık. Siz bana kıymet verdiniz, en kıymetli adamınız yaptınız. Bana pek çok iyiliklerde bulundunuz. Zaman, zaman sizin bu iltifatlarınız benim nefsime tatlı geliyor, gururlanıyorum, kendimi beğeniyorum. Benden büyük kim var diyorum. Böyle olunca bende nefsime nasihat etmek için odama gidiyor, çarık ve abamı önüme koyuyor “Ey çoban! Unutma sen busun” diyorum. “Ey çoban aslını unutma! Sen basit bir çobansın, sultan sana kıymet veriyorsa bu onun büyüklüğündendir, eğer o isterse seni tekrar dağlara çobanlığa gönderir. Sakın ola ki şımarmayasın. Şımarırsan elindeki nimetler gider. Tokat yersin. Haddini bil!” diyorum. Bu çarık ve abanın hikâyesi budur.”
Çobanın bu cevabı sultanın çok hoşuna gitti. Bu hal çobanı daha çok sevmesine vesile oldu.
Kıymetli kardeşim!
Kıssadan hisse alalım. Nasıl Sultan Mahmud basit bir çobanı, vezirlik makamına getirmişse, Allah’da bizi basit, değersiz bir sudan yaratmıştır. Pek çok âyette “İnsan neden yaratıldığına bir baksın!” buyrulur. Başka bir ayette “Biz sizi değersiz kıymetsiz bir sudan yaratmadık mı?” buyrulur. Allah değersiz bir sudan bizi yaratmış, bize el, ayak, göz, kulak, akıl gibi maddi, manevi pek çok nimetlerle teçhiz etmiş “bizi en güzel kıvama” getirmiş, bizi eşrefi mahlûkat yani yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi haline getirerek, bütün varlıkları bize hizmetkâr yapmıştır. İnsanın bu nimetleri vereni unutarak, kendini bir şey sanması, gururlanması, kibirlenmesi, hatta bunun da ötesinde Allah’a kafa tutması büyük bir cahillik ve terbiyesizliktir. Üstelik dünyada ve ahirette ceza görmesine vesiledir. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyrulur: “İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da; “Çürümüş kemikleri kim yaratacak” diyerek, Bize misal vermeye kalkar?”
Bizim de zaman, zaman Ayaz’ın yaptığı gibi, kendi aslımızı göz önüne getirip, bizde ne varsa hepsinin Allah’ın lutfu, ihsanı olduğunu düşünüp, Allah’a kafa tutmak değil, “Ya Rab! Bende ne varsa hepsi senindir” deyip, secdeye kapanmak, şükretmek bir vazifemizdir.
Bunun da en güzel şekli namazdır.