Bir hikaye anlatılır. Hani Bursa’da zatın biri bir çeşme yaptırmış ve başına yazdırmış
“herkese helal, Müslümana haram”diye.
Hikayenin anlattığı, vermek istediği mesajı nasıl okursak okuyalım, ben şöyle anlıyorum: bu
bir çeşit toplumsal deneydir, toplumun eşiğini tespite dair.
Psikolojideki eşik ve fark eşiği kavramları, bu toplumsal deneylerin dayanağını oluşturur.
Yolda kalmışlarla yemeğini paylaşan insana yardım veya iftar vakti açlıktan yemek
bulamayan insanlara verilen tepki gibi çeşitli deneylerle illa ki karşılaşmışsınızdır.
Bu tarz deneyleri kimisi toplumsal yaralara işaret etmek için kullanır, kimisi atmayı planladığı
hamleler öncesinde, alabileceği tepkiyi ölçmek için kullanır.
Bir karar resmileşmeden önce, üst düzey bir yetkiliye dayanan isimsiz açıklamalar mesela
aynı deneyin farklı yansımalarıdır.
Dış politikada dahi bu tarz deneylerin örneklerini görürüz. Çünkü her toplumun refleksini
harekete geçiren bir hamiyet eşiği vardır. Bu eşik aşıldığında hamiyet damarı depreşir, kan
deli akar ve yolunu bulur.
Her ramazan mutad olduğu üzere İsrail yine Kudüs’teki Müslümanlara yönelik bir saldırı
başlattı. Bu sene geçen senelerden farklı olan ise doğrudan Mescid-i Aksa’daki Kıble
mescidinde namaz kılan cemaate saldırmayı tercih etmesiydi.
İsrail’in bu kadar fütursuzca üstelik aşağı yukarı her Ramazan ayında yani müslümanların
imanlarının en üst düzey olduğu, hissiyatının en güçlü olduğu, kendileriyle rableri arasındaki
en büyük düşmanlardan biri olan şeytanın bağlandığı, yani nefsinden başka bir mazereti
kalmadığı bir hengamede yaptığı, Müslüman toplumun vereceği tepkiyi test etmekten başka
bir şey değildir.
Eğer ki tepki münferit, cılız bir iki protestonun ötesine geçmeyecekse her seneki gibi, İsrail
için korkulacak bir şey yok demektir. Kıpırdanma, bir araya gelme, Müslümanca davranma
eğilimi baş gösterirse o zaman belli ki yeni bir desiseyle karşılaşacağız demektir. Çünkü
başka zamanlarda verilecek tepki her türlü hamiyet-i diniyenin depreşmeye en yakın olduğu
zamanda, yani Ramazan’da karşılaştığından daha şiddetli olmayacaktır.
Meşhur hadise atfen görüyoruz ki Müslüman coğrafya imanın en zayıf mertebesinin de
sınırlarını zorluyor; zulüm karşısında eliyle, diliyle hadi olmadı hiç olmazsa kalbiyle buğz
noktasında mazlumun yanında bulunma gibi ağır bir imtihandan geçiyoruz.
Kalben buğzedenlerden görece daha sağlam imana sahip diliyle karşı koyan, en azından
kınayabilen Müslümanlar ise, kalben müteessir olan ve duyarlı, Müslüman hassasiyetine sahip
kişileri duaya çağırmakla yetiniyor. Tabiri caizse işi Allah’a havale ediyoruz.
Evet, dua etmeliyiz. En azından bunu yapmalıyız, ancak unutulmamalıyız ki kader, gayrete
âşıktır.
Kavli duadan fiili duaya geçemediğimiz müddetçe Hz. Musa’ya “Sen ve rabbin gidin savaşın;
biz burada oturacağız!” diyen Yahudilerden ne farkımız kaldığını vicdanlarımızda kendimize
dahi izah etmekte zorlanacağımızı düşünüyorum.
Görünen o ki nerdeyse bin yıldır İslam toplumuna liderlik eden Türkiye, hala hamiyet eşiği en
düşük toplum olarak karşımızda durmaktadır. Diğer toplumlardan daha hızlı ve seri refleks
gösterebilmemiz bunun açık bir delilidir, Kurtuluş Savaşı somut bir örneğidir.
O hamiyet hala var mı bizde gibi bir endişeye sahipseniz, merak etmeyin bizim hamiyet
eşiğimizi de test ettiler. Hem de çok değil 5 sene önce.
15 Temmuz’un patlak verdiği andan itibaren insanların üstünden jetler geçerken, sivillere ateş
açıldığı haberleri yayılırken bile Kızılay’a, külliyeye, MİT’e, Meclise, kısaca çatışmanın
olduğu her yola çıkan yollardaki feci trafik, insanların patlamanın olduğu yönden kaçmayıp
olduğu yere yönelmesi hamiyet damarının kurumadığını ve hala deli aktığını açıkça
göstermiştir zannımca. Yani fıtrat değişmiş sanmayın, bu kan yine o kandır.
Hamiyetimizi test ettiniz, sabrımızı test etmeyin.