Hidâyet Kimin Elinde?

Bir sohbetim esnasında “sosyal medyada iman nasip işi değil diyen hocalar az değil” diye konuşuldu. Kader tartışmasına girmeden, çoğunlukla fark edilemeyen bir başka açıdan konuya bakarak bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Bu satırlarımın bir kader tartışması olmadığını belirtmek isterim. Kader insanın Allah ile olan ilişkileriyle alakalıdır. Herkesin Allah ile ilişkilerinde neler yaşadığını bilemeyiz. İnsan kaderi önce kendi iç dünyasında müzakere etmelidir. İç dünyamızda konuyu tefekkür ile müzakere edersek başkalarıyla tartışılacak bir mevzu olmadığını daha iyi anlarız. İnsanın Allah ile baş başa kaldığı anlar muhakkak vardır. Kişinin kendisiyle baş başa kaldığı anlar, Allah ile de baş başa kaldığı anlardır. Çünkü Allah insana şah damarından daha yakındır. (Kâf 50/16)
“Hidayetimi kendim elde ettim, Allah bana vermedi” dediğinizde tüm dünya görüşünüz, hayata bakışınız bu temel yaklaşımınıza göre şekilleniyor. Bireysel bir tercihle İslam dinini tercih ettiğinizi anlayabiliriz. Sözünü ettiğimiz bireysel tercihinize hangi saiklerin tesir ettiği merak uyandırıyor. “Aklımı kullanarak Müslüman oldum” mu demek istiyorsunuz? ‘Aklınızı kullanma süreciniz nasıl oldu’ sorusunu sormak geliyor içimizden. İslam’la şereflenmemiş olanlar aklını kullanmadıkları için mi Müslüman olmadılar? Hangi yöntemle akıl kullanılırsa hidayet elde edilir? Bu sorular uzar gider. Hâlbuki siz “Hidayeti ben elde etmedim, Allah verdi” demiş olsaydınız bu soruların hiçbiri sorulmayacaktı.

İnsan hidayetini kendi elde eder diyenlerde gördüğümüz bazı hususiyetleri burada zikredelim. “Dînî” olanla ilgili farklı bir yol takip ediyorlar. İnsan unsuru üzerinden değil, metinler üzerinden dine yaklaşıyorlar. Dînî metinlere akılcı bir yöntemle yaklaştıkları iddiasına sahip oluyorlar. Kur’an kelimelerinin etimolojik kökeni ve temsîlî anlatım dili üzerinde durmuyorlar.

Arkeoloji ve Dinler Tarihi alanlarında yapılan disiplinler üstü çalışmalar, dînî metinlerde dolaylı anlatımın modern insanın havsalasını zorlayacak kadar çok olduğunu gösteriyor. Mesela Gılgamış Destanı ile ilgili çalışmaları okurken önümüze eski ezberlerimizi bozan farklı ufuklar açılıyor. Mitoloji denen şeyin neredeyse tamamının sembolik anlatım üzerine kurgulandığını görmek insanda farklı duygular uyandırıyor. Kur’an metnine de sembolik anlatımları dikkate alarak bakmak gerekiyor. Mesela “Sen ölüye işittiremezsin!” âyetinin siyak ve sibakını dikkate almadan okursanız sözde metin bağlılığınız sizi usulden ve esastan kopartıp Müslümanların bütününün cadde-i kübrasından uzaklaştırabiliyor.

Peygamberlerin Davetini İşitmenin Allah’ın İzniyle Oluşu Fâtır sûresinin 22. âyetinde hidâyete erenler “diri”, ermeyenler “ölü” olarak vasıflanmıştır. Âyeti görelim:
وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُ ﴿١٩﴾
وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ ﴿٢٠﴾
وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ ﴿٢١﴾
وَمَا يَسْتَوِي الْاَحْيَٓاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُ اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِعُ مَنْ يَشَٓاءُ وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ ﴿٢٢﴾

“Görmeyenle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediğine elbette işittirir; ama sen kabirlerdekilere de işittirecek değilsin!” (Fâtır 35/19-22/ Kur’ân Yolu Meâli) Dirilerle ölülerin bir olmayacağı vurgulandıktan sonra Allah’ın dilediği kuluna işittireceği anlatılmıştır. Allah’ın işittirmesi ne demek olabilir? Taberî (ö. 310/923) bunu “hidayet” olarak anlamış ve “Allah’ın diri kullarından kalbi ölü olanlara vaazların verilmesi ve delillerin getirilmesi fayda vermez” demiştir. (Taberî, Câmiu‘l-beyân, XX, 459) Bu ayette Allah’ın işittirmesi hidayet olarak anlaşılırken kalbi ölü olanlarla ilgili bir benzetme söz konusudur. Kalbi ölü olan için hidayetin sesini işitmek söz konusu olmamaktadır. Şu âyet konuyu daha açık hale getirmektedir:
اَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشى بِه فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürüyebilmesi için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle güzel gösterilmiştir.” (En‘âm 6/122/ Kur’ân Yolu Meâli)

Bu âyette geçen “Allah Teâlâ’nın diriltmesi” kalbinin dirilmesi olarak anlaşılmalıdır. Dâmegânî (ö. 478/1085) “Dirilerle ölüler bir olmaz.” âyetini “Müminlerle kâfirler bir olmaz.” şeklinde anlamıştır. (Islâhu vücûh, s.150)
Aşağıdaki iki âyette de konuyu anlamamıza yardım edecek ipuçları bulunmaktadır. Bu ayetlerde Salih ve Şuayb peygamberlerin musibet geldikten sonra azap görmüş bir toplulukla konuşmaları anlatılmaktadır. İki peygamber de verdikleri öğüdün fayda vermediğini söylemektedirler. İki peygamber de kavmine hitap ediyor. Azap görmüş ve ölmüş insan toplulukları bir insanın hitabını duyar mı, diyebilirsiniz. Duymayacağı konusunda sizde oluşmuş bir kanaat varsa bu kanaatinizi gözden geçirmeniz daha uygun olacaktır.

فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ اَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا اِنْ كُنْتَ مِنَ الْمُرْسَلينَ

“Derken, o deveyi keserek öldürdüler, böylece rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!’ dediler.”
(A‘râf 7/77/Kur’ân Yolu Meâli)

فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا فى دَارِهِمْ جَاثِمينَ

“Bunun üzerine onları o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler.”
(A‘râf 7/78/Kur’ân Yolu Meâli)

فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبّى وَنَصَحْتُ لَكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِحينَ

“Sâlih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.’”
(A‘râf 7/79/Kur’ân Yolu Meâli)

Şuayb Peygamber için de benzer bir durum söz konusudur. O da inen azap sonrası ölülerle konuşmuştur:

فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّى وَنَصَحْتُ لَكُمْ فَكَيْفَ اٰسٰى عَلٰى قَوْمٍ كَافِرينَ

“Şuayb onlardan ayrıldı ve (bu arada) ‘Ey kavmim!’ dedi, ‘Ben size rabbimizin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!’”
(A‘râf 7/93/Kur’ân Yolu Meâli)

Sâlih ve Şuayb peygamberler ölülerle konuştuklarını bu âyetlerden öğrenmiş olduk. Kur’ân’ın ‘işittirme’ dediği şeyin bedeni ölmüş olanlara yönelik olmadığını da şu hadis öğretmektedir:

أَنَّ ابْنَ عُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ، قَالَ: اطَّلَعَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى أَهْلِ القَلِيبِ، فَقَالَ: «وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا؟» فَقِيلَ لَهُ: تَدْعُو أَمْوَاتًا؟ فَقَالَ: «مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ مِنْهُمْ، وَلَكِنْ لاَ يُجِيبُونَ»

Abdullah b. Ömer (r.a.)’in haber verdiğine göre Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi sonrasında müşriklerin cesetlerinin atıldığı Kalîb adı verilen çukurun başına gelmişti. Orada “Rabbinizin size vaad ettiği şeyin Hak olduğunu anladınız mı” diye seslendi. Kendisine “Ölülere mi hitâb ediyorsun” denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Siz bunlardan daha fazla işitici değilsiniz, fakat cevap veremezler” buyurdu. (Buhârî, “Cenâiz”, 85)
Rûm sûresinin 52. âyetinde de “ölülere işittirme” konusu bulunmaktadır. Mevzuyu anlamak için 50. âyetten itibaren okumak gerekiyor. Âyetin siyak ve sibakına baktığımızda işittirmenin hidayete erdirmek demek olduğu açık görülmektedir:
فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Arzı, ölümünün ardından, nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de herhalde (tekrar) dirilticidir. O, her şeye hakkıyla kâdirdir.”

(Rûm 30/50/Çantay Meâlî)
وَلَئِنْ اَرْسَلْنَا ر۪يحًا فَرَاَوْهُ مُصْفَرًّا لَظَلُّوا مِنْ بَعْدِه۪ يَكْفُرُونَ
“Andolsun, biz bir rüzgâr gönderir de Onu(n eserini) sararmış görürlerse ardından muhakkak ki küfrâna başlarlar.”

(Rûm 30/51/Çantay Meâlî)
فَاِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتٰى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَٓاءَ اِذَا وَلَّوْا مُدْبِر۪ين
“Bunun için sen – arkalarına dönüp giderlerken – o da‘veti ölülere de duyuramazsın, sağırlara da işittiremezsin.”
(Rûm 30/52/Çantay Meâlî)

وَمَٓا اَنْتَ بِهَادِ الْعُمْيِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْ اِنْ تُسْمِعُ اِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ۟

“Sen körleri dahi sapıklıklarından ayırıp doğru yola iletici değilsin. Sen (başkalarına değil) ancak âyetlerimize îman edip de Müslüman olanlara, (yalınız) onlara dinletebilirsin.”
(Rûm 30/53/Çantay Meâlî)

Aşağıdaki âyettte de “Sen davetini ancak Müslüman olanlara duyurabilirsin.” buyurulmuştur.

اِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتٰى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَٓاءَ اِذَا وَلَّوْا مُدْبِر۪ينَ
وَمَٓا اَنْتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْ اِنْ تُسْمِعُ اِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ

“Şüphesiz sen ölülere işittiremezsin, arkalarına dönmüş kaçarlarken sağırlara da daveti işittiremezsin. Sen o körleri delâletlerinden hidayete erdirecek de değilsin sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirirsin de onlar Müslüman olur selâmet bulurlar”
(Neml 27/80-81/Elmalılı Meâli)

Bir başka âyette de “işitmeye tahammül edememe” halinden söz edilmiştir:
اُولٰئِكَ لَمْ يَكُونُوا مُعْجِزينَ فِى الْاَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُ مَا كَانُوا يَسْتَطيعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُوا يُبْصِرُونَ
“Bunlar arzda âciz bırakacak değillerdir, kendilerini Allah’tan kurtaracak bir hâmileri de yoktur, onlara azâp katlanacaktır. Hem işitmeğe tahammül edemiyorlardı hem de görmüyorlardı.” (Hûd 11/20/Elmalılı Meâli)

İman Etmenin Allah’ın İzniyle Oluşu
İmanın nasip işi olduğu konusu ne zaman konuşulsa, akılcılığı ile öne çıkan bir hoca hatırıma gelir. Sözünü ettiğimiz hoca, hep şu söylemleri tekrarlardı: “Müslümanlar bilimde sanatta, sporda geri kaldı. Aklını kullansalardı medeniyet yarışında geri kalmazlardı.” Hoca, Batı medeniyetine ait tüm değerleri, “dini savunur gibi” savunurdu. Bu değerlerin dînî kaynağını kendince bulmuştu. İmam Maturidi’nin (ö. 333/944), siyaseti din dışı bir eylem olarak gördüğünü hep anlatır, modern dünyanın yaptığı tüm hukuk düzenlemelerinin dînî meşruiyetini ilan ederdi.

Her konuşmasında Yûnus suresinin 100. âyetini tekrar edip dururdu. Kanaatine göre bu âyet, Müslümanların aklını kullanmayarak bilimde, sanatta, sporda geri kalmalarını tenkit ediyordu. Halbuki Yûnus sûresinin 100. âyetinde anlatılan şey farklıdır, bu âyette “iman etmenin Allah’ın izniyle olduğu”, çocukların da anlayacağı netlikte anlatılmaktadır. Daha iyi anlaşılması için 99. âyet ile birlikte verelim:
وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِى الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَميعًا اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِنينَ
“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi, topyekûn elbette îman ederdi. Böyle iken sen hepsi mü’min olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?”

(Yûnus 10/99/ Kur’ân Yolu Meâli)
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تُؤْمِنَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ

“Allahın izni olmadan hiçbir kimsenin îman etmesi mümkün değildir. O, akılları iyi kullanmazlara murdarlık (azâb) verir.”
(Yûnus 10/100/ Çantay Meâli)

“Allah aklını kullanmayanların üzerine murdarlık, manevi pislik/(رجس)rics bırakır” ibaresini bir başka âyet açıklamıştır. Aklını kullanmamak, “iman kişinin bireysel tercihidir, kişi imanını kendi elde eder” diyenlerin dediği gibi değildir. Allah Teâlâ bir başka ayette, iman etmeyenlerin üzerine manevi pislik bırakacağını ifade etmiştir:
فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِى السَّمَاءِ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Hâsılı Allah her kimi hidayetine irdirmek isterse, İslâm’a sinesini açar, gönlüne genişlik verir, her kimi de dalalete bırakmak isterse onun da kalbini daraltır, öyle sıkıştırır ki sanırsın öfkesinden göğe çıkacak, imana gelmezleri Allâh o murdarlık içinde hep böyle bırakır.” (En‘âm 6/125/Elmalılı Meâli)

Yûnus sûresinin 100. âyetini diline sakız eden hoca, yukardaki âyeti hiç okumazdı. Maksadımız kimseyi muhakeme etmek değildir. Anlatmaya çalıştığımız şudur: “İman kişinin bireysel tercihidir” diyen kişilerin elde ettiklerini iddia ettikleri hidâyetin de ne olduğu tartışılması gereken bir konudur. Nasıl bir hidayete erdiklerini iddia ediyorlar? Sahip oldukları hidâyetin inşâ edeceği toplum yapısı nedir? Allah’ın haram kıldığı tüm bireysel tercihleri doğal gören bir dünya ve toplum düzenine karşı tutumları nedir?

Böyle bir yapılanmanın karşısındayız diyemeyeceklerdir. Çünkü modern dünya değerleriyle uğraşmak gibi bir dertleri bulunmamaktadır. Tüm dertleri Müslümanlarla ilgilidir. Hoşnutsuzluklarının sebebi modern dünyaya uyum sağlamayan Müslümanlardır. “Müslümanlar bilim, sanat ve sporda geri kaldı” diyerek kerameti kendinden menkul bir aydınlanmanın içindedirler. İçine düştükleri bu aydınlanma, İslamî bir kavram olan hidayete ne kadar tekâbül etmektedir? Bunların hepsi tartışma götürür.

İman ile Akletme Arasındaki İlişki
Kur’an’ın “akletme” fiilini hangi anlamda kullandığına bakmamız lazımdır. Şu âyet Kur’ân’ın akletme fiilini hangi anlamda kullandığını anlamamıza yardımcı olmaktadır.

وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُونَ اِلَيْكَ اَفَاَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ وَلَوْ كَانُوا لَا يَعْقِلُونَ
“İçlerinde seni dinleyenler de var; ama sağırlara -üstelik akıllarını da işletmiyorlarsa- gerçeği sen mi duyuracaksın?” (Yûnus 10/42/Kur’ân Yolu Meâli) Bu âyetten anladığımıza göre “akletme”, kalbi harekete geçirmeye dayalı bir eylemdir.

Âyetten anladığımız şudur: Kalbi sağır olduğu halde Hz. Peygamber’i dinleyenler mevcuttur. Ancak bu kimseler akletmedikleri için kalplerinin sağırlığı geçmemektedir. “Seni başlarındaki kulaklarıyla işitmiş olsalar bile kalplerindeki kulaklarındaki sağırlık geçmemiş olan sağırlara sözünü dinletemezsin” denilmiş olmaktadır.

Başımızdaki kulak ve göz gibi kalbimizde de kulak ve göz bulunmaktadır. Akletme kalbimizdeki kulak ve gözün çalışır hale gelmesidir. Kalbimizdeki kulak ve göz çalışır hale geldiğinde bir bağlantı kurulmaktadır. Akıl, kalp kulağımızı ve kalp gözümüzü çalışır hale getirerek içinde maddî olarak yaşadığımız şehâdet âlemi ile gayb âlemi arasında bağlantı kurmaktır. Bu bağlantı kurulduğunda Hz. Peygamber’in davetine kulak verme ve hakikati işitme mümkün olmaktadır. Şu âyette de akletmenin merkezi kalp olarak gösterilmekle kalmamış, işitmenin ve görmenin de kalp ile ilgili olduğu ifade edilmiştir.

اَفَلَمْ يَسيرُوا فِى الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتى فِى الصُّدُورِ

“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” (Hacc 22/46/ Diyanet İşleri Eski Meâli)

Modern zamanlarda Kur’ân’ın anlaşılması, bir problem olarak algılanmıştır. Bu durum akletme mefhumuna hatalı yaklaşmaktan ileri gelmektedir. Akletme fiili, kalpteki işitme ve görme özelliğini çalışır hale getirme olarak algılansaydı asıl meselenin ‘ruhu ile dinleme’, ‘uyma’ ve ‘itaat etme’ olduğu idrak edilmiş olacaktı. İnsanlar kalplerindeki bu iki kabiliyeti çalışır hale getirdiklerinde dert edindikleri konu, ‘anlama’ değil ‘yaşama’ haline gelecektir.

Yazımın başında kader tartışmasına girmeyeceğimi söyledim. Hidayetin Allah’ın kudretinde oluşu hakikatini kabul etmemeyi, ilahî adalet argümanı ile açıklamaya çalışanların şu hususu da düşünmesi gerekir: Allah’ın “Adl” ismi tahakkuk ve tecelli edecektir. Dünya hayatı imtihan yurdudur. Muhakeme ve imtihanın karşılığını görme yeri ahirettir. O gün geldiğinde Allah’ın ne kadar âdil olduğunu herkes anlayacaktır.

Exit mobile version