LİDER, İÇİMİZDEN BİRİ OLMALI

     

İnsanlara öncülük etmek için, yanlarında yürü! 

Çünkü en iyi liderler varlıkları hissedilmeyenlerdir.

Daha az iyisi insanların hayran olup övdükleridir.

Daha da az iyisi insanların korktuklarıdır.

Hiç iyi olmayan insanların nefret ettikleridir. 

En iyi liderin başkanlığında, iş tamamlandığında 

İnsanların diyecekleri şey şudur; “Bunu biz yaptık.” 

Lao-Tsu

Sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmalar, gurubun, lideri “İçimizden biri”, “Bizden biri” olarak telakki etmek istediğini ve en iyi liderin de kendini guruptan biri gibi gören ve guruptan biri gibi davranan lider olduğunu ortaya koymaktadır. (J, L, Freedman, Sosyal Psikoloji, İmge Kitabevi, Ank, 1993, s, 519 /Mümtaz Turhan, Cemiyet İçinde Fert, MEB y, c, 2, s, 265)

    Kendini “Halktan biri” olarak telakki etme veya edilme Müslüman liderlerin en mühim özelliklerinden sayılabilir. Peygamberimizin ve dört büyük halifenin hayatları tedkik edildiğinde, bu özelliğin onlarda azami derecede olduğu görülür. Peygamberimizin ve dört halifenin ahali tarafından çok sevilmesinin ve itaat edilmelerinin temelinde bu özelliklerinin olduğunu söylemek yanlış olmaz.

    Peygamberimiz (s.a.v), hiçbir zaman önderlik ettiği sahabelerden kendisini ayırmamış, onların içinde, onlardan biri gibi yaşamıştır. Örneğin; mescid inşa edilirken sahabeleriyle beraber kerpiç taşımıştı. Müslümanlardan birisi: “Yâ Rasûlallah! Onu bana ver (Ben taşıyayım)” dediğinde, ona: “Git, sen de başkasını al, taşı! Sen Allah’a benden daha muhtaç değilsin!” buyurdu.

    İbn Mes’ud (r.a), şöyle demiştir: Bedir gününde bir deveye sırayla 3 kişi biniyorduk. Peygamber (asv)’ın (sırayla deveye bindiği) arkadaşları Ali ve Ebu Lübabe idi. Peygamber (a.s)’ın yürüme sırası geldiğinde onlar “Sen bin, biz senin yerine de yürürüz.” dediklerinde, o şöyle diyordu “Siz benden kuvvetli değilsiniz, ecir, sevap kazanma hususunda da ben sizden daha müstağni, ihtiyaçsız değilim.” (Müsned-i Ahmed, c, 1, s, 411, 418)

    Peygamberimiz (sav), bir sefer esnasında, bir koyun kesilip pişirilmesini emretmişti. Sahabelerden birisi: “Yâ Rasûlallah! Onun boğazlanması benim üzerime olsun!” dedi. Başka birisi: ” Onun yüzmesi de benim üzerime olsun!” dedi. Başka birisi de: “Onun pişirilmesi de benim üzerime olsun!” dedi. Peygamberimiz aleyhisselam da: “Odun toplamak da benim üzerime olsun!” buyurdu. Sahabiler: “Yâ Rasûlallah! Biz senin işini de görmeye yeteriz! (Senin odun toplamana gerek yok!)” dediler.

    Peygamberimiz (s.a.v): “Sizin benim işimi de görmeye yeteceğinizi biliyorum. Fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam! Çünkü Allah, kulunu ashabı arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz!” buyurdu.( Asım Köksal, İslâm Tarihi, Şamil y, c, 11, s, 465.) 

Rivayet edildiğine göre Yusuf (a.s) Mısır’ın maliye bakanı olduğu halde, kıtlık yıllarında karnını doyurmuyordu. Ona “Yeryüzü hazineleri senin elinde olduğu halde, niçin karnını doyurmuyorsun?” denildiğinde, “Eğer ben karnımı doyurursam açları unuturum.” dedi. (Celaleddin Es-Suyuti, Ed-Dürrül Mensur, c, 4, s, 552.)

    Hz. Ömer de halifeliği döneminde kıtlık olduğunda, Yusuf (a.s) gibi elindeki imkânlara rağmen, halktan biri gibi yaşamış, karnını doyurmamıştır. İmam Malik, Muvatta adlı kitabında şöyle nakleder: “Ömer, yağla ekmek yiyordu. Çöl halkından birini yemeğe çağırdı, adam da onunla yemeye başladı. Adam, çabuk çabuk yiyordu, hatta tabağın kenarındaki yağları da sıyırdı. Ömer, şöyle dedi: “Sanki sen hiç görmemiş gibi yiyorsun.” Adam da şöyle dedi: “Vallahi falan zamandan beri ben ne bir yağ yedim ne de yağlı bir şey. Bunları yiyen bir kimse de görmedim.” Bunun üzerine Ömer, şöyle dedi: “Vallahi bundan sonra halkımın hepsi bu imkâna sahip oluncaya kadar ben de yağ yemeyeceğim.” (İmam Mâlik, Muvatta, Kitabu Sıfatun Nebi, Bab, 10, hn, 29.)

    O’nun yağmur yağıp bolluk oluncaya kadar, yağ, süt ve etin tadına bakmayacağına yemin ettiği de söylenir. Hizmetçisi, ona yağ ve süt getirdiğinde “Halkıma gelen musibet bana da gelmezse ben idarem altındakilerin durumunu nasıl anlarım?” diyerek reddetti.

Enes (r.a), şöyle der: “Hz. Ömer’in karnı guruldamıştı -kıtlık senesinde kendisi zeytin yiyordu ve kendini yağdan mahrum etmişti-, parmağıyla karnına dürterek şöyle dedi: ‘Gurulda (bakalım), insanlar refaha kavuşuncaya kadar, yanımızda sana verecek ondan başka birşey yok.” (Ahmed b. Hanbel, Kitabüz Zühd, İz y, c, 1, s, 173, hn. 606)

    Hz. Ömer, halkı nasıl ise kendisi de öyle yaşamaya çalışıyordu. O valilerine de halkın yaşadığı gibi yaşamayı tavsiye ediyordu. Onun Ebu Musa El-Eş’ari’ye yazdığı bir mektup şöyledir: “Kapını halka açık tut! İşleriyle bizzat meşgul ol! Nihayet sen de onlardan birisin. Tek farkın, Allah’ın seni daha çok şeyle mükellef tutmasıdır. Senin ve ailenin giydiklerinizin, yediklerinizin ve bindiklerinizin güzel olduğunu, diğer Müslümanların ise durumlarının böyle olmadığını duydum. Ey Allah’ın kulu! Otu suyu bol bir vadide bulunup otlayan, semirmekten başka da bir derdi olmayan, fazla yağlanması sebebiyle ölen hayvan derekesine düşmekten sakın! Vali yoldan çıkınca halk da çıkar. İnsanların en bedbahtı, halkı bedbaht olan idarecilerdir. (Ekrem Sağıroğlu, Hz. Ömer, Yasin y. 2006. İstanbul, s, 437.)

    Acaba günümüzdeki idareciler belediye başkanlarından, cumhurbaşkanına, fabrikatörden, esnafa varıncaya kadar küçük veya büyük bütün idareciler bu anlayışta olsa toplum nasıl olurdu? Keza siz lider, yönetici durumunda iseniz yukarıda bahsettiğimiz haller sizde var mı, yoksa niçin yok?

Exit mobile version