Şehir ve Kent ayrımı yapılırken, şehirleri kentlerden ayıran en önemli farkın bir medeniyet ruhu taşımış olmaları da söylenir. Medeniyet kolay oluşan bir şey değil. Şehirler medeniyetin yansıdığı en önemli aynalar aynı zamanda.
İnsanlar şehirleri kurarken, aynı zamanda yardımlaşmayı, ortak aklı, üretimi, rahatlığı ve güveni seçmiş olmalılar. Şehir güzelliktir, medeniyettir, güvendir, rahatlıktır. Şehirde yaşamak zarafettir, güzel bir şeydir. Böyle düşünür böyle biliriz değil mi?
Gelmiş geçmiş en ünlü mimarlardan Turgut Cansever diyor ki: Şehir ahlâkın, sanatın, felsefe ve dini düşüncenin geliştiği çevre olarak, insanın bu dünyadaki vazifesine en üst düzeyde varlığın anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak şehir biçiminin oluşmasını da sağlar.
İnsan yaşadığı ortamdan etkilenir. Şehirde yaşamak insana iyi gelmeli. Peki günümüzde böyle mi oluyor?
Yapılan bir araştırmada insanlara binalarla çevrili bomboş geniş bir cadde gösterilirken, ardından bir orman resmi konuluyor. İnsanlar cadde resmine baktıklarında kaygı bölümü tetikleniyor, ormana baktıklarında daha huzurlu hissediyorlar. Oysa tam tersi olmalı değil miydi? Yılanların, kaplanların bulunduğu orman insanı daha çok tedirgin etmeli değil miydi?
Bunca sene yeryüzünde bir şeyler ters gidiyor demek ki.
Ters giden, bizi şehirden soğutan şey nedir?
Ahmet Hamdi Tanpınar, her şeye çare bulunur ama insan bozuldu mu onun çaresi yoktur der.
Demek şehirleri bu derece ürkütücü hale getiren insandır. İnsanda bir yıpranma ve değişim var. Bu bozulma şehirlerin yollarına, binalarına, meydanlarına ve adeta ruhuna siniyor.
Başlangıç noktamız insan olmalı. Bina inşa etmeden önce insan inşa etmeye başlamalıyız. Çevresine saygılı, nazik, estetik düşmanı olmayan, tarih bilincine sahip ve şehri şehir yapacak olan insan.
Yapılan kimi araştırmalara göre, şehir topoğrafyaya, coğrafyaya göre gelişirse, kendisi gibi olursa, başka topraklara özenilip başkalaştırılmazsa insanlar daha çok mutlu oluyorlar. Kendisi ile barışık şehir, birbiriyle barışık toplumu beraberinde getiriyor.
Tarih içinde etrafı korunaklı olmayan, sur’ u bulunmayan şehirler hep kaybolmuş. Şimdiki şehirlerin surları, fiziksel değil kültürel olmalı. Aslında biz kültürü, kültür de bizi inşa ediyor. Adına şehir diyoruz bunun.
Ördüğünüz bir duvarda bile, o andaki ruh halinizin yansımaları görülüyor. Bu kadar önemli.
Bu açıdan bakıldığında bir Türk şehri olan İstanbulumuzun ilk şehir planlamasını yapan Henry Prost geldi aklıma.
Daha önceleri, Fransızların sömürdüğü Fas’ın Kazablanka ve Marakeş şehirlerini de planlamış olan, adeta oradaki tarih bilincini yok eden Prost, Fransız şehir bakışını yansıtmak için 1936’ da geldiği ve 1950’ ye kadar planlama yaptığı İstanbul’ da, 1950 ve 1960 arası bu planın uygulamaları oldu. Şehrin çıtası adeta bununla kuruldu.
Aslında bir kent plancısı değil, kent tasarımcısı olan Mimar Prost, sosyal dönüşümün yaşanmadığı eski bir başkenti, yaşam koşullarının değiştiği bir şehir haline getirmeye çalıştı. Kendi kurallarını dayattı.
Büyük caddeler, meydanlar ve bulvarlar açmak adına, çok sayıda hamam, tekke, sebil ve çeşmeleri yıktırdı. Onun planına uyularak 1956-1957 arasında 54 caminin yıkıldığı söylenmektedir.
1960’ ların sonları ile birlikte değişen yönetim koşullarında Prost planları da rafa kalktı. Kalktı da ne oldu? Yerine maalesef, onu iptal edip telafisini yapacak, bize özgün mimari ve şehir planı yaklaşımıyla uygulamalar yapılamadı. Ortada bugün bize, yarın gelecek nesillere kalacak olan koca bir şehrin bir türlü çözülemeyen sorunları kaldı.
Şehre bakış açımız değiştikçe, müspetleştikçe, içimizde yaşattığımız şehirle içinde yaşadığımız şehri bütünleştirince düzlüğe çıktığımızı ve ferahladığımızı hissedeceğiz. Bu potansiyelimiz, gücümüz ve irademiz vardır Allah’ın izni ile.
Sıhhat ve afiyet diliyorum.