İngiliz kültürüne atfen “asalet icbar eder” sözü, kişinin bazen bulunduğu ortam, statü veya şartlar sebebiyle belli davranış kalıpları içinde bulunmasının bir zorunluluk olduğunu ifade eder. Bizim toplumumuzda “ağalık, vermeyle olur” veya “yiğitliğin şanındandır” tarzı ifadeler de benzer bir hakikate işaret eder.
Bundan hareketle istikamet üzere olmak da Müslümanın şanındandır demek yanlış olmaz kanaatindeyim. Sonuçta günde kırk defa Allah’tan diliyoruz.
İstikamet üzere olmak ise imtihansız olmaz şüphesiz. İmtihanın şiddetini ise bizim tavrımız, yaklaşımımız, niyetimiz belirleyebiliyor.
Bunun için kendisine bir rota çizen ve bu doğrultuda yürümeye niyetlenen kişiler açısından, bu niyetini aşikar etmek, icbar edici olduğu için istikamet için de bir teşvik edici unsur olarak karşımıza çıkar. Çünkü “insanlar ne der” endişesi, asaletin icbar etmesi gibi, insanları aşikar ettiği niyet doğrultusunda harekete iter.
Sözgelimi kişi, bilmediği ve bilinmediği yerlerde ve kişilere karşı nefsine yenik düşebilir ve olmadığı bir kişi gibi davranabilir. Kalabalıklar içinde bir yalnız olarak bir cihette nefsiyle baş başa kalır. Peygamberimizin “Beni göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan daha az bir zaman bile nefsimle baş başa bırakma” niyazı bu meselenin önemine dair kıymetli bir işarettir.
Bu durumlarda kişinin kendini izhar etmiş olması gerçekten önemlidir, çünkü böylelikle kendi ile nefsinin arasına başkalarını koyar. Kimi zaman kendini seven insanlara mahcup olmamak kimi zaman da kendi şahsında ailesine, dinine, milletine leke sürmemek adına istikamete doğru kendisini sürükler. Mevlana’ya atfen belirtilen “olduğun gibi görün” ile “göründüğün gibi ol” arasındaki nedensellik bağı da bu icbarın bir diğer yansımasıdır.
Mesela kişinin dindar bir Müslüman olarak bilinmesi, hatalara düşmek noktasında caydırıcı olabiliyor. Her ne kadar biz kendimizi yakıştırmasak da, layık olmadığımızı düşünsek de insanlar bizi dinimizin ve dindarlığımızın temsilcisi bilir ve bizim şahsımızda dinimizi ve dindarlığımızı yargılar. Bu da kişinin kendisine çeki düzen vermesini sağlar. Çünkü kişi arkadaşının, komşusunun, iş arkadaşının hayatındaki tek Müslüman, çevresindeki tek dindar olabilir. Bu durumda sizin yaşantınız, hareketleriniz, tavrınız dininizin ve dindarlığınızın misali olur. İnsanlar size bakar dininiz hakkında kanaat oluşturur, sizi görür dindarları yargılar.
Bundan dolayıdır ki İmam-ı azam hazretleri gayr-ı müslim diyarlarda bile Müslümanca bir tavrı ve yaşantıyı tebliğin bir unsuru olması olarak görür, zira hal dili, lisandan daha etkili bir aracıdır.
Bununla birlikte yine peygamberimizin hadislerinde ve ayetlerde geçen bünyan-ı mersus tabiri meseleye başka bir boyut katar. “Hazıra dağlar dayanmaz” atasözünü referans alırsak, kişinin sermayesi, bir yerden beslenmediği müddetçe günün birinde tükenecek, yalnızlıkla nefsiyle baş başa kalacaktır. Kenetlenmiş taşların, sırt sırta vererek muhkem yapılara dönüşmesi gibi, insan da kendi gibilerle birlikteyken ayakta kalır ancak. Kişinin arkadaşının dini üzere olması, dostun iyisinin Allah’ı hatırlatan olması gibi ikazlar hep bu sırdandır.
Çünkü insan sosyal bir varlık olarak etkiler ve etkilenir. Bu etkileşim aynı düşünce ve niyeti taşıyan kişiler arasında olunca birbirini takviye ederken, farklı kişilikler arasında çoğunlukla birinin diğerine meyletmesi ile neticelenir.
Peygamberimizin hadislerinde geçen eş seçimi kriterleri açısından “siz, dindar olanını tercih edin” yaklaşımı da bu minvaldedir. Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan diyenin hesabı, günün sonunda eşlerden biri diğerinin rengine bürünür.
“Bana damdan düşen birini getirin!” diyen Nasrettin Hoca da aslında kendi gibi olanların, aynı dertten muzdarip kişilerin birbirine muhtaçlığını ortaya koyar ki kişinin kendini izhar etmesinin böyle bir etki oluşturacağı aşikardır.
Dolayısıyla kişinin tek başına “müstakim” olması, kendi için bile kurtarıcı olmayabilir.
Hasıl-ı kelam, tek taştan duvar olmuyor, Vesselam