1924 de girdiği bir sınavı kazanarak gittiği ve başında Felsefeci Henry Bergson’un bulunduğu Fransa Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümünde okumaya başlar. Ancak Fransa’nın ışıltılı gece hayatının büyüsüne kapılır. Bağımlısı olduğu kumar tutkusu ve bohem hayatı yüzünden eğitimini yarıda bırakarak ülkesine dönmek zorunda kalır. 1925’ te ilk şiir kitabı olan “Örümcek Ağı”nı çıkarır. Bu arada Türkiye İş Bankasında müfettiş olarak görev yapmaya başlar. Artık makam ve mevki sahibidir. Para gibi bir derdi de yoktur. Ancak manevi boşluk ruhunu ısırmaya başlarken vehim ve şüphelerin pençesine de adım adım yaklaşmaktadır. Ontolojik olarak yokluk-varlık meseleleri, metafizik gerilimler uykularını kaçırır. Ruhi buhranları on yıl kadar sürer. Tabir yerindeyse başı kesik bir tavuk gibi çırpınmaktadır. Ta ki 1934’de bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönmek için bindiği “Şirket-i Hayriye” vapuruna kadar…
1934’de bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönmek için bindiği “Şirket-i Hayriye” vapurunda karşısına oturan ve gözlerini ondan ayırmayan o güne kadar hiç görmediği bir daha da görmeyeceği Hızır tavırlı bir adam, ona “Kainat çapında bir vaadin Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin” adresini verdi[1]. Sıcak bir ilkbahar günü yanına yazar/ressam Abidin Dino’yu alarak Beyoğlu Ağa Camisine gider. (Abidin Dino içeri adımını atmaz.) Camiye girdiğinde müritlerine sohbet eden Arvasi’nin vakar ve heybetinin tesirinde kalan Necip Fazıl’a yeni bir hayatın kapsı da açılmış olur. Kimseyi kolay kolay beğenmeyen adam bir anda çöküverir yere göğe sığdırmadığı şeyhinin dizinin dibine. Şeyhinden etkilendiğini şöyle ifade eder: “Gözleri… Evet, evet, gözleri… Bu gözler, en uzak yıldızdan görünen en uzak yıldız kadar uzak, namütenahi uzak bir dünyadan bakıyordu. Alçıdan heykel gözleri gibi bu dünyaya ait her şeye kapalı; bambaşka ve harikulâde bir dünyanın seyircisi gözler… Küçücük bir billûr parçasındaki renk ve ışık cıvıltıları gibi bambaşka harikulâde bir dünyanın seyircisi gözler…”[2] Ve önceki yaşantısını şu dizelerle eleştirir.
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum”
Allah’tan uzak bir hayatı yaşanmamış sayar. Fakat üstadın hayatındaki bu değişiklik sanılanın aksine birden bire olmaz. Tedrici bir şekilde gerçekleşir. Necip Fazıl’ın tam olarak İslami bir yaşantısı olamasa da artık düşünce olarak spritüaliz/ruhçu bir dünya görüşüne sahiptir. İslam davasının şaşmaz bir savunucu olan korkusuz şair, eserlerinde de sahip olduğu tasavvufi düşüncelerin izlerini yansıtmaya çalışır. 1936 yılında dönemin önemli entelektüellerini bir arada tutan “Ağaç” dergisini çıkarır. 1937’de “Bir Adam Yaratmak” adlı dünya çapında bir tiyatro eserine imza atar. Eser, ilk defa İstanbul Şehir Tiyatrosunda Muhsin Ertuğrul tarafından temsil edilir. Hiçbir şeyde karar kılamayan yapısından dolayı 1938 yılında kendisini “dolap beygirinden” farksız bulmaya başladığı, bankadan istifa eder. Bir süre sonra dönemin Milli eğitim bakanı tarafından Ankara Yüksek Devlet Konservatuarına ve Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine hoca olarak atanır. Fakat burada da uzun süre kalamaz. Kendi isteği ve devrin bakanının da uygun görmesiyle İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimari kısmına atanır. 1941 yılında Neslihan Hanımla evlenir. Beş çocuğu dünyaya gelir. Bu arada şiir ve tiyatro eserleri vermeye devam eder. 1942 yılında, 45 günlüğüne askere gönderilir. Askerken yazdığı siyasi bir yazı nedeniyle 1943 yılında tutuklanmasıyla ilk defa hapishane hayatı da başlamış olur. 17 Eylül 1943 yılında Büyük Doğu Dergisini çıkarır. 1944’de bir yazı yüzünden dergisi kapatılır. Kapatılma hadiseleri derginin çıkacağı son yıla kadar değişik tarihlerde hep böyle devam edecektir. 1946 yılında karşı mahalleye karşı cüretkâr ve keskin yazılarından dolayı devrin başbakanı Recep Peker tarafından Ankara’ya çağrılır. Biraz ölçülü davranması ve fazla aleyhte yazmaması karşılığında 100.000 lira teklif edilir. Kabul etmediği takdirde ise açık açık hapse atılma tehdidiyle karşılaşır. Üstad ne parayı kabul eder ne de sinmeyi. Bu hareketin faturası ağır olur. “Sır” isimli piyesinden dolayı “Milleti kanlı ihtilale teşvik” suçlamasıyla mahkemeye çıkarılır. “Abdülhamit’in Ruhaniyetinden İstimdat” Başlıklı Rıza Tevfik’e ait bir şiirin neşri sebebiyle Büyük Doğu mahkeme kararıyla tekrar kapatılırken kendisi de “Türklüğe Hakaret” den yargılanarak 1947’de hapse atılır. 1 ay 3 gün tutuklu kalır.”[3] 1950 yılında tekrar tutuklan şair, seçimi kazanan Demokrat Partinin çıkardığı af kanunu ile serbest bırakılır. 1952’de yine tutuklanır. 1957 yılında da 8 ay 4 gün hapis yatar. “1976 yılında ise “Vahidüddin” adlı eseri bahane edilerek bilirkişilerin olumlu kanaatlerine rağmen 1,5 yıl bir hapis hayatı daha yaşar.”[4] Ömrünün sonlarına doğru 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her an götürülme tehdidiyle karşı karşıya kalır. [5]
Üstadın her yazışının, her şiirinin, her çırpınışının karşılığıdır hapishane… Burada cezayı hak eden suçlularda vardır, iftiraya uğrayan masumlar da. “Bana zindan daha sevimlidir.” diyen iffet abidesi Yusuf’lar da vardır, iffetten nasipsizlerde… Mazlumlarda vardır, cehennemin ancak temizleyebileceği zalimlerde… Hâsılı iyileri ve kötüleri barındırandır hapishane. Küf kokulu hapishane için “Yılanlı kuyu” derdi üstad. Niçin düşmüştü bu yılanlı kuyuya? Bir yazısı ya da şiiri miydi buraya düşüren asıl sebep. Güzel yüzlü Yusuf’un zindanda senelerce kalmasının müsebbibi Züleyha mıydı sahi? Bir perdeydi Züleyha. İffet için iffetsizlik çamuru gerekliydi belki de. Kuyu bir bahaneydi Mısır’a sultan olmak için. Yakup’un görmesi için gömlek ince bir örtüydü sadece. Kim bilir belki de üstadın manevi tekâmülü içinde hapishane bulunmaz bir mürebbi olacak.
“Ses demir, su demir ve ekmek demir…
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir…
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.”
Dünya sığmayan adamın taş duvarlar arasına sıkışıp kalması “Cinnet Mustatili” eserini doğurmuştu.
“Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger… Beynimi içtin!”
Ey koca üstad! Hapishanenin bir duvarı katilse diğeri bengisu. Hücresi zulmetse nurdur avlusu. Bir kurtuluş ümidiyle hapisten kurtulan kişiye, “Efendinin yanında beni an.” demişti Hazreti Yusuf, efendiler efendisini hesaba katmadan. Rabbini bir an olsun unutmasının bedelini senelerce hapiste yatarak ödemişti iffet abidesi peygamber. Yusuf’tan bir pay vardı, Necip Fazıl’a ve öyküsünden ders çıkaran herkese…
[1] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 507
[2] Necip Fazıl Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yayınları
[3] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s.512
[4] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 520
[5] age, s. 524