Şeytanın en mühim bir desîsesinin kişiye kusûrunu îtirâf ettirmemek olduğu belirtilir. Evet bu teşhîs şu yaşadığımız ahir zaman içinde öyle kıymetli ki!
Zîrâ bu zamanın insanı, maalesef; “haklı çıkmanın, üstün çıkmanın” derdine daha çok düşkün.
Sulh olsun, ortam yatışsın diye alttan almak, özür diler olmak varken. Dert; haklı çıkmak, özür dileyen değil, dilenen taraf olmak olmuş! Tabi bunlar neyin tezâhürü? Elbette enâniyetin. Evet benlikte, bencillikte kibirde baya baya level atlayan bir asırdayız.
Şeytanın böyle bir desisesi boşuna değil. Çünkü kendisi de kusurunu kabul etmediği için, huzurdan kovulmuş. Rabbimiz ne için secde etmediğini bildiği halde yine şeytana söz hakkı vererek soruyor. “Seni secde etmekten alı koyan nedir? İlk ırkçı olan şeytan, toprak ve ateş kıyâsı yaparak; kendisinin ateşten, Hz. Adem’in ise, topraktan yaratıldığını söyleyerek, ateşin topraktan üstün olduğunu iddiâ eder. Hem ikisinin de yaratılışını Allah’a verir, hem de kendi yaratılışında hiçbir hissesi olmadığı halde kendine pâye çıkartır. Tam şeytan işte. Hakkı batıl, batılı hak göstermeye çalışmanın adı şeytanlık… Elinden gelse (Haşa) Rabbimizi bile kandıracak yani.
Denilir ki… Şeytan, şeytan olmadan önce Hz. Adem’in ruh üflenmemiş hâlinde iken, onun çamurdan heykelvâri cesedinin içine girer, inceler ve “acaba bu ne olacak” diye merâk edermiş. Ve ulemâ der ki: Yeryüzünde secde etmedik yer bırakmayan iblisin aslında kendini beğenmişliği vardı fakat bir imtihan ile sınanmadığı için içindeki kibir ortaya çıkmamıştı. İşte Hz. Adem’e secde onun içindeki kibri ortaya çıkardı.
Evet iblisi tabiri câizse tahtından indirerek şeytan haline sokan görünüşte Hz. Adem olunca, o da Hz. Adem’e ve Ademoğluna düşman olmayı Rabbimizden istedi ve bu mühleti aldı.
İşte bu mühlet zarfında şeytanın insanoğlunu aldatma argümanları içinde evet en önemlilerinden birisi de işte konusunu ettiğimiz üzere “İnsana kusûrunu kabul ettirmemeye çalışmasıdır” Çünkü insan kusûrunu kabul ederse, Kusûruna istiğfâr eder, özür diler, bağışlanmak ister. Böylelikle geçmişini, hatasını izâle etmeye çalışır. Kusûrunu kabul edince, bu da İstiâzeyi netice verecek yani sığınmayı. Bu sefer de o kusûra yine düşmemek için şeytandan, nefisten, kötü arkadaştan, kötü çevreden vs. Allah’a sığınılacak. Fakat kusuru kabul ederse olacak bunlar. Eğer o kusurun, günahın kusûr olduğu kabul edilmezse, ne tövbe edilir ne de istiâze.
İnsanın yaratılış hikmetlerinden biri de, onun günah, kusur, hata işleyebilir bir mahiyette yaratılmasıdır. Çünkü bu surette Rabbimizin Ğaffâr (çok bağışlayan) Settâr (kusurları örten) Tevvâb (tövbeleri kabul eden) gibi esmâ-i hüsnâsı insan üzerinde tezahür eder, ortaya çıkar. Malûm melekler günah işlemezler. Onlar bu isimleri insan gibi hissedemez, bilemezler. İşte insanı kıymetli yapan şeylerden biridir kusurunu kabul etmek.
Kendimiz de, bizden özür dileyen birinden hoşlanmaz mıyız?
Bir hâtıramı aktarayım.
Sabah metroya yetişmek için biraz hızlıca yürürken, koca yolda yaşça benden biraz büyük birinin omuzuna hafifçe çarptım, çarpar çarpmaz kişi bana “ Gel üstümüze çık bari” diye duyacağım şekilde tepki gösterdi. Ben de şöyle On adım gitmiştim ki, birden âniden geriye dönüp o sözleri söyleyen kişinin üstüne doğru yürüdüm. Adam şöyle durdu ne yapacağım diye durgun durgun yüzüme baktı. Yanına geldiğimde “Kusura bakmayın, bilerek olmadı” dedim. Öyle deyince o kişi de bana; “Gardaş sen de benim kusuruma bakma” diyerek mukâbele etti. Evet evet işte bu kadar, eğer ben de ona kızsaydım, kendimi haklı çıkarsaydım muhtemelen tartışma çıkacak belki de kavga edecektik. Zaten günümüzde birçok kavga, dövüş ve kimi yerde cinâyetlere varan tartışmalar hep küçük söz dalaşlarından vs. başlamıyor mu? Eğer şu kusûrunu kabul ederek, hatta kimi yerde kusuru olmasa bile özür dileyen taraf olmayı bir becerebilsek, toplum olarak daha çok mutlu olacağız, bu kesin. Mesela trafikte yaşanan tartışmalar ve neticesinde yaşanan kavgalar bile ciddî oranda azalır.
Evet kusûrunu bilmek çok önemli. Bunda en önemli olan ise; öncelikle âhiretimizi alâkadar edenler. Misal verecek olursak; günümüzde maâlesef artık fâizin haramlılığından ziyâde, oranları konuşulur oldu. Fâiz gibi kesin haram olan bir husûsta eğer kusûr kabul edilirse, yani haramlığı baştan kabul edilirse ondan uzak durulur, eğer durulmamışsa yine o günaha düşülmüşse bu sefer tövbe edilir. Ama eğer “Bu zamanda herkes alıyor, yoksa bir şeylerin sahibi olamıyorsun” gibi savunmalarla o kusûr, günah olarak, haram olarak görülmezse işte asıl sıkıntı burada başlıyor. Ne tövbe ediliyor, ne de istiâze. Üstelik, üstüne bir de o haramı kabul etmemek, hafife almak gibi insanı küfre sokacak bir durum da söz konusu olabiliyor. Rabbim bizi muhafaza eylesin.
Evet insanoğlu nefsine uyabilir, yanlışlar yapabilir. Ama ahkâmı, hükmü hak bilmek esastır. Yani, yanlışa düşse de yanlışa yanlış denilecek. Çünkü “kusurunu kabul etmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur” Şeytanın da yaptığı ve yaptırmaya çalıştığı da bu zaten.
Anlatılır. Hz. Musa (as) Cenâb-ı Hakk’a “şeytanın affedilme imkânı yok mu” diye sormuş. Rabbimiz de “bir şartla var” demiş. “Adem’in mezarına gitsin secde etsin” buyurmuş. Hz. Musa (as) bunu şeytana teklif edince, Şeytan ; Ben onun dirisine secde etmedim ki, ölüsüne secde edeyim” diyerek içindeki kibri ve inâdi küfrü yine ortaya koymuş.
Ve Hz. Yusuf (as)… Züleyha’nın kendisine yaptığı tekliften kurtulduktan sonra kendisine yöneltilen sorgulama karşısında “Ben bir peygamberim, nasıl böyle bir şey yaparım” dememiş. “Benim nefsim de kötülüğü emreder, nefsimi temize çıkarmam, fakat Rahîm olan Rabbim beni korudu” demiştir.
Şimdi Hz. Yusuf gibi bir Peygamber bile kendini temize çıkarmıyorsa… Bizlerin de ne ünvânı, ne yaşı, ne kariyeri, ne özgeçmişi, ne akademisyen oluşu, ne hocalığı, ne de etrafında şu kadar insanın onun peşinde olması kişiyi aldatmamalı ve kusûrunu îtirâf etmekten alı koymamalıdır.
Çünkü kusurunu îtirâf eden, istiğfâr eder, istiğfâr eden, istiâze eder, Allah sığınır ve afva müstehak olur.
Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl.Âmin!”