Bazı cümleler vardır içinde hakikat ile ilgili bir iddia bulunur, kulağa hoş gelir. Ancak muhteva tahlil edildiğinde farklı sonuçlar çıkabilir. Şu cümleler, tanıdık bir söylemdir: “Hiç kimse din adına kendini yetkili görmemelidir. Peygamberlerin dışında hiç kimse, din ile ilgili konularda kendini Allah’tan bir yetki almış görmemelidir.” İlk bakışta bu cümleler kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Peygamberin dışında hiç kimse kendini peygamber yerine koyabilir mi? Elbette ki bu yanlış olur. Gelin birde farklı bir açıdan konuya bakalım. Ümmetin sıkıntıları var, meseleleri var. Bu meseleler ile ilgili karar verilmesi gerekiyor. Bu kararlar nasıl alınacak? Bu kararları almak için Hz. Peygamber’in dirilmesini mi bekleyeceğiz? Ümmetin meseleleri ile ilgili bir âlimler heyetinin karar aldığını düşünelim. Şimdi bunlar “Allah adına yetki kullanmış” mı olacaklar, bunu diyebilir miyiz? Mesela Din İşleri Yüksek Kurulu bir şeyi karara bağlarken, din adına hareket etmiş olmuyorsa neye göre hareket etmiş oluyor? Ümmetin meselelerini halletmede yetkili ve ehil âlimler ne yapılması gerektiğine karar verebilmeli değil mi? Bu âlimlerin verdikleri karar da zaruri olarak “din adına” olmayacak mı? Herhangi bir Müslüman toplumun ihtiyaç anında “din adına” karar alabilmesi gerekmiyor mu?
Modern dünyada dinini korumaya çalışan Müslüman, ne isteyebilir ki? Çocuklarımıza helal kazanç kapıları istiyoruz. Onların hayırlı ve huzurlu yuva kurmalarını istiyoruz. Kurdukları yuvaların da sürmesini istiyoruz. Bütün bu meseleler ümmetin meseleleridir. Ümmetin bu meselelerine seküler devlet kurumları aracılığıyla çözüm bulmak bugünkü şartlarda mümkün değildir. Çocuklarımızın dini geleceği açısından okullar güven vermiyor. Bu eğitim ve istihdam düzeni helal bir kazanç, helal bir hayat vaat etmiyor. Bu durumda nesillerimizin heba olmaması için birilerinin öne düşerek kararlar alması gerekiyor. Dindarlığımızı sonraki kuşaklarda da sürdürebilmemiz, eğitimle ilgili ciddi kararlar almamıza bağlı görünüyor.
Olaya farklı bir açıdan daha bakalım. Gazeteci, yazar Uğur Mumcu’nun (ö. 1993), sosyal medyada geniş yer tutan meşhur bir Türk vatandaşı tanımı vardır: “Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri usulü yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” Devletin kendi insanının dinini, sadece gömülürken dikkate alması doğru mudur? Bu devlet, bu ülkede yaşayan insanların devletidir. Bu ülkede yaşayan insanların dini İslam’dır. Evlenme, boşanma gibi dinî boyutu da bulunan konularda vatandaşlarının dinini dikkate almazken devlet, acaba kendini nasıl bir “yetki” içinde görmektedir? Devlet bu tasarruflarda bulunurken Allah’tan bir yetki mi almıştır? Bir taraftan devletin dinimizin düzenini doğrudan etkileyecek konularda “Allah’tan yetki almış gibi” düzenleme yapmasını normal karşılayacaksınız. Diğer taraftan ümmetin meselelerine çözüm bulalım diye bir gurup Müslümanın bir araya gelmesini yadırgayacaksınız. Hatta bu tutumlarını, Allah’tan din adına “yetki alma” olarak değerlendireceksiniz. “Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi kaçınılmazdır” diyeceksiniz. “Evlenme, boşanma, miras ve ticaret hukukunda Avrupa ülkelerinden çevrilen kanunların kullanılması tabii ve dînîdir” diyeceksiniz. Bunu söylerken din adına bir yetki almış olmuyor musunuz? Bu tasarruf din adına bir yetki kullanımıdır.
Hadiseye üçüncü bir pencereden daha bakacağız. Herhangi bir kimsenin vatan adına kendini yetkili görüp, milletin tüm fertlerini ilgilendiren kararlar alması ve bunu “vatan adına” yaptığını söylemesi ne kadar doğrudur? Biz, bu vatanda hayatını sürdüren insanlarız. Bu vatanla ilgili alınacak kararlarda bizim de hakkımız bulunmayacak mı? Biz Beyaz Türk değiliz. Anadolu’da doğmuşuz, Rumeli kökenli, varlıklı ve elit bir sınıfa da mensup değiliz. Buğday benizli veya esmer Türklerin bu vatanla ilgili alınan kararlarda hiç mi hakkı olmayacak? Din adına kendini tek yetkili görmek ne kadar yanlışsa, vatan adına kendini tek yetkili görmek de o kadar yanlış değil midir? Bu konuyu üç örnekle açıklayacağım. Beyaz Türkler hukuku değiştirdi, Müslümanların dini, yalnızca gömülürken dikkate alındı. Yapılan bütün tasarruflar vatan adına yapıldı. “Bunu yapmazsak vatan elden gider” denildi. Eğitim sisteminin programlanması yabancılara verildi. 1949 yılında ABD ile eğitim anlaşması imzalandı. Eğitimimiz yabancılara teslim edilirken, “bunu vatan için yapıyoruz” denildi. Eğitim yabancılara teslim edilmek yerine bu vatanın evlatlarına bırakılsaydı, vatan elden mi gidecekti?1980 ihtilalindeki askerî yönetim çok önemli bir karar aldı ve uyguladı. Ne idi bu karar? Nüfus planlaması kararı idi. Bu programın tesirleri iki binli yıllarda açıkça görüldü, nüfus artış hızımız süratle düşmeye başladı. Şu an 1,7’ye kadar düştü. Öğrendiğimiz kadarıyla herhangi bir toplumun nüfus varlığını sürdürmesi 2,1’in altına düşmemesine bağlıdır. Ama biz bu hızla gidersek, yaşlılıkta Avrupa birliği ortalamasını yakalayacak görünüyoruz. Peki, bu kararı alanlar kimin adına aldılar? Vatan için bu kararı aldıklarını düşündüler. Din adına karar alıp dayatmak ne kadar yanlışsa, vatan adına karar alıp insanlara dayatmak da en az o kadar yanlış değil midir?
Zaten bu ülkede ne yapılsa vatan adına yapılıyor. Dilimiz ve yazımız değiştirirken de vatan adına değiştirilmedi mi?
Netice itibariyle şunu söylemek istiyoruz: Yanlış örnekler üzerinden “din adına yetki kullanımı” ile ilgili yorumda bulunanlar, başkalarını tenkide tabi tutmadan önce kendilerine bakmalıdır. ‘Dinin sahibi Allah Teâlâ’dır’ diye her dâim söyleriz. Allah Teâlâ kullarından bu dine sahip çıkmalarını şu âyetinde istemektedir: “Ey iman edenler Allah’a yardım ederseniz O da sizin ayaklarınızı bu dinde sabit kılar.” (Muhammed 47/7) Bir şeye sahip çıkmak onu dert edinmekle olur. “Din kendileri için dert olmaktan çıkmış olanlar”, “din kendileri için dert olanlarla” uğraşma yolunu tercih etmese daha iyi olur.