Okumuyoruz. Kitapla, fikir ve düşünceyle aramız pekiyi değil. Oysaki ilk emri “oku” olan ve “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” kıyaslamasını yapan, akletmeye ve fikretmeye çağıran bir inancın ve bir kitap medeniyetinin çocuklarıyız. İçimi acıtan, yüreğimi kanatan bir mesele…
İşte ülkemizin kitap ve Türkçe sevdalıları yıllardır bunun için bağırıp çağırıyorlar. Maalesef seslerini fazla duyuramıyorlar.
Güzel insan, Türkçenin kara sevdalısı Şair Yavuz Bülent Bakiler’in televizyon ve sosyal medyadaki programlarını fırsat buldukça dinlerim. Toplum olarak okumadığımızı ve Türkçemizin tahrip edilişini dile getirir ve kendince birtakım çözüm önerileri sunar. Bu meselenin o kadar dertlisidir ki, yıllardır feryat figan eder, sesini duyurmaya çalışır. Bütün gayret ve çabası güzel Türkçemiz içindir. Kendi çocuklarının dahi kitap okumadıklarından dert yanıyor. Bunun birtakım sebeplerini sıraladıktan sonra, en büyük sebeplerinden ikisini şöyle belirtiyor: Bir, evlerimizde kütüphane yok; iki, dildeki tahribat. Bakiler, dildeki tahribat nedeniyle gençlerimizin yirmi, otuz yıl önce yazılan kitapları dahi okuyamadıklarına dikkati çekiyor.
Birçok aydın ve entelektüelimiz de okumayışımızı dillendirmekteler. Bunlardan biri de medeniyetimizin fikir ve düşünce işçisi, mütefekkir Yusuf Kaplan’dır. Yusuf Kaplan da toplumda okuma oranının düşüklüğünden dolayı çok dertlidir. Bu derdini çeşitli program ve yazılarında şöyle dile getirmektedir:
“Zaman kaybediyoruz… Çocuklarımızı kaybediyoruz… Geleceğimizi kaybediyoruz. Bu yoz eğitim, fikir, sanat, kültür ve medya rejimiyle kendi kuyumuzu kazıyor, kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz.
Oysa yeniden keşfedilmeyi bekleyen, henüz hakkıyla anlaşılmamış, aşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, Medine’den süt emen köklü bir medeniyet tecrübesine sahip bir ülkenin eğitim, fikir, sanat, kültür ve medya rejimi, kabına sığmayan, öncü kuşaklar yetiştirebilmeli; fikir, sanat ve kültürde insanlığın önünü açacak, insanlığı yitirdiği hakikatle buluşturacak öncü atılımlara kaynaklık edebilmeli, değil mi?
Bendeniz, sözünü ettiğim medeniyet atılımına öncülük edecek, oluş, fikir ve “varoluş” çilesi çekecek, bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak, çağ aşacak, çağ açacak, çağrısı çağ’ını kuracak ‘bizim öncü kuşaklarımızı nasıl yetiştirebiliriz?’ yakıcı meselesi üzerinde kafa patlatıyorum, çırpınıp duruyorum yaklaşık çeyrek asırdır karınca kaderince… Bu çerçevede beş aşamadan oluşan 100 kitaplık bir okuma listesi hazırladım. Hepsi birinci sınıf yazarlar tarafından yazılan kitaplar bunlar. Bir de zihin ve ufuk açıcı bir okuma yöntemi geliştirdim âcizane.
Önce şunu söyleyeyim: Okuma, yatay ve dikey eksenlerden oluşur: Yatay okuma, genelden özele doğru ana kaynaklara götürecek, değişik seviyede gerçekleştirilen giriş okumalarıdır. Dikey okuma ise pergelin sabit ayağını kendi medeniyet ilkelerimize ve ruh köklerimize basarak, pergelin hareketli ayağıyla bütün medeniyetlerin kurucu metinlerini hazmederek, özümseyerek, tartışarak ve nihayetinde aşma çabası ortaya koyacak bir ruhla ve donanımla okumaya soyunmaktır.” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak 20 Kasım 2016)
“Amacının yalnızca kitap okutmak değil ruh kazandırmak” olduğunu söyleyen, “öncü kuşaklarımızı nasıl yetiştirebiliriz?” derdiyle dertlenen Kaplan, bu yakıcı mesele üzerinde kafa patlatıyor. Bu minval üzere Medeniyet Tasavvuru Okulu’nu (MTO) kurdular. Çok güzel çalışmalar yapmaktalar. Kendilerini tebrik ediyorum.
Evet, okumak kafayı düzeltiyor, tamir ediyor, iyileştiriyor, işletiyor. İnsan kafasıyla hayvan kafasını ayıran en önemli şey insanın düşünmesidir. Düşünmenin en önemli kaynağı da kitaptır. Okumaktır. Tarih boyunca fikrin, düşüncenin ve kültürün en temel taşıyıcısı kitap olmuştur.
Dostlar, okumak ne kadar güzel bir şey. Okurken ne çok huzur buluyorum. İlmin, fikrin, sanatın ve düşüncenin derinliklerinde bambaşka âlemlere seyahat ediyorum. Dünyanın sıkıntısından, telaşesinden, gamından, kazuratından, mâlâyâniyatından ve insanların kıyıcılığından uzak ve bambaşka bir dünyada yol alıyorum. Bunu, Risale-i Nur okurken daha da fazla hissediyorum. O, bana kâinat kitabını da okutturuyor. Aslında bütün çabam tek bir kitabı anlamaya yönelik. Allah’ın kelamı Kur’an-ı Azimüşşan’ı. Zaten bütün kitaplar da bunun için yazılmış değil mi?
Bu noktada kendimi bahtiyar biliyorum. Rabbime binlerce şükür olsun.
“Ikra” ayetinin sırrına mazhar eylesin inşallah. Âmin.
PEKÂLÂ, NİÇİN OKUMUYORUZ?
Tabi işin birde bu tarafı var. Osmanlı’nın son döneminden beri bu ülkede kitap yazmak, kitap okumak çoğu zaman mesele oluşturmuş. İşte size Osmanlı’nın son döneminden bir misal.
Üstad Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i yargılamasından sonra Divan-ı Harb-i Örfi kitabını tab ettirerek İstanbul’da dağıtımını ve satışını yaptırıyor. Kitap bir vesileyle Eminönü polisinin eline geçiyor. Kitabı inceliyorlar ve sakıncalı buluyorlar. 18 Eylül 1909’da Hareket Ordusu’na Eminönü polisi bir dilekçe yazıyor. Dilekçesinde, “Divan-ı Harb-i Örfi ve İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Bediüzzaman Said-i Kürdi tarafından yazılan içinde zihinleri karıştırıcı, saçma sapan fikirlerin olduğu bir kitap,” diyor ve kitabın satışını yasaklayarak, piyasada bulunanları da toplatıyor.
Bazı dönemlerde ülkemizde kitap okuyor diye insanlar hapislere atıldı. Zindanlarda çürütüldü. Düşünce suçu diye bir ucube uyduruldu. Düşünen ve fikir üreten insanlardan kuduz köpeklerden kaçıldığı gibi korkuldu ve kaçıldı. Yasak kitap diye saçma sapan bir kavram türetildi. İnsanlar kitaptan korktu.
Bir de harf inkılabının doğurduğu sonuçları düşünmek lazım. %30 civarında okuma bilen insanlar bir sabah kalkarlar ki Latin alfabesine geçilmiş. Okuma yazma oranı sıfırlanmış. Tekrar aynı orana ancak 30 yılda ulaşılabilmiş. Bu sürede insanlar bir şekilde kitaplardan uzaklaşmışlar. Sonra yasaklar başlamış. Okuyanlar gizli gizli okuyabilmiş. Bir kısmı zindanları göze almış, ancak öyle okuyabilmiş. Hele hele hatt-ı Kur’an’la (Kur’an alfabesiyle) yazılan bütün kitaplar yasak edilmiş.
Böyle bir durumda siz olsanız okur muydunuz?
Okuma yazmanın çok düşük olduğu kırsal tarım toplumuna önce radyo, daha sonra televizyon, son 30 yılda da internet musallat oldu. Hazırlıksız yakalandık. İnsanlar önce radyo, sonra televizyon ve internet bağımlısı bir hale getirildi. Arkası Yarın ve dizi film yayınları ile millet radyo ve ekran başına kilitlenerek adeta esir alındı. Aynı durum devam etmekle beraber, bunun üzerine bir de internetin yaygınlaşmasıyla, milletimiz tamamen görsel yayınların ve sosyal medyanın sultası altına sokuldu.
Bu durumdaki insanlar niçin ve nasıl kitap okusunlar ki?
Eğitim sistemi dahi yukarıda anlattığım mantık örgüsü içinde kurulmuştu zaten. Şimdi de tamamen sınav endeksli bir duruma dönüştü.
İktidarların değişmeleriyle dahi lisanda birtakım değişiklikler meydana geliyor.
Ecevit ve CHP iktidar olur, lisan onlara göre şekillenir.
AP ve Demirel iktidar olur, onlara göre şekillenir.
Milliyetçi, muhafazakar partiler iktidar olur, onlara göre şekillenir.
Son altmış yılda yabancı ve uydurma kelimeler dilimizi adeta işgal ettiler. Bir de sosyal medya dili diye bir ucube oluşturuldu.
Ne garip değil mi? Biraz abartıyor muyum yoksa? Biraz inceleyin, araştırın, siz de fark edeceksiniz. Ya da yaşı müsait olanlar hiç de abartmadığımı söyleyecekler.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Risale-i Nur talebelerine kitap okumuyor diyenlerin kulakları çınlasın.
Yine en çok kitabı onlar okuyor. Bunu taassubi bir duyguyla ya da tarafgirlik damarıyla söylemiyorum. Bu bir tespit, bir vaka. Biraz araştırıldığında, insaflı bir nazarla bakılırsa, herkes aynı kanıya varabilir.
Çünkü her gün Risale okuyorlar ve yazıyorlar. 6000 sayfa 130 parça eser.
Keşke herkes bu kadar okuyabilse.
Beşikten mezara kadar okuyunuz
Dusturunca devam..
Kaleminize sağlık Hocam..
Evet millet olarak okumayı çok sevmiyoruz nasıl değişir onu da bilmiyorum eline sağlık güzel ifade etmişsiniz
Evlerde kütüphane olması için bellona kitaplık serisi koleksiyonu diye bir reklam tedavüle girecek .bunu hayal edebilirsek bu lafı bile yeter
Eline ve yüreğine sağlık Ekrem hocam. Zamanımızın en önemli hastalığına teşhis koymuşsun. Okumadığın gün karanlıktasın. Allah razı olsun.
Çok güzel, maşallah..