• Anasayfa
  • Yazarlar
Salı, 17 Haziran, 2025
  • Giriş
  • Kayıt Ol
Hür Havadis
  • Türkiye
  • Dünya
  • Politika
  • Kültür ve Sanat
  • Spor
  • Ekonomi
  • Sağlık
  • Belediyeler
11 °c
Ankara
Bulunamadı
Tüm Sonuçlar
  • Türkiye
  • Dünya
  • Politika
  • Kültür ve Sanat
  • Spor
  • Ekonomi
  • Sağlık
  • Belediyeler
Bulunamadı
Tüm Sonuçlar
Hür Havadis
Bulunamadı
Tüm Sonuçlar
Anasayfa Genel

15 TEMMUZA GİDEN İYİ NİYET TAŞLARI

Necati İLMEN Yazar Necati İLMEN
15 Temmuz 2022
Genel
0 0
0
0
PAYLAŞIM
224
GÖSTERİM
Facebook'da paylaşTwitter'da paylaşWhatsapp'ta paylaş

O günün sabahı erkenden ayaktaydı. Gerçi hep erken kalkardı. Güneşin yüzüne
doğmasını istemezdi. Zira en verimli saatlerin seher vakti olduğunu düşünürdü. Sabah
namazından sonra mutlaka evrad ü, ezkarını yapar, birkaç sayfa Kur’an’ı mealiyle birlikte
okur işine öyle giderdi. Özgür Bey’in Franklin’de tatlı çeşitleri üzerine iki imalathanesi ve
dört de pastanesi vardı. Gün boyu iş yerleriyle, siparişlerle, yanında çalışan onlarca işçiyle
uğraşmaktan kendine çok fazla zaman ayırdığı söylenemezdi. O yüzden büyük bir kazanım
olarak gördüğü sabah vakitlerini iple çekerdi. Yola çıkıp arabasına bindiğinde genelde bilinen
o meşhur ilahîyi hep mırıldanır dururdu.
“Yatma seherde uğrarsın derde
Söyle her yerde elhamdülillah
Aşkı zikreyler mevti fikreyler
Hakikat söyler elhamdülillah”
Özgür Bey’in bu sabah biraz daha erken kalkmasının sebebi Pensilvanya eyaletine
bağı Saylorsburg’a yapacağı ziyaretti. Bir iş görüşmesinde tanıştığı Haluk Bey, iki yıldan
fazladır hocasının sohbetine kendisini de davet ediyordu. Özgür Bey, her seferinde bir
mazeret ileri sürse de artık arkadaşının ısrarından kaçış yoktu. Bahse konu olan hocasını
görmese de methini çok duymuştu. Arkadaşı, hocasının on yaşında hafız olduğunu, Arapçayı
çok iyi bildiğini, önemli hocalardan fıkıh, tefsir, hadis gibi önemli dersler aldığını, çok sayıda
kitabının olduğunu, vaaz ve konferansının sayısını bile hatırlamadığını anlatır dururdu. Özgür
Bey’de bu anlatılanlara mukabil her seferinde hocasının bilgi sahibi olduğunu kabul ettiğini
ancak irfan sahibi olmadığını söylerdi. Ancak gel gör ki arkadaşının ona olan bağlılığı bütün
gerçekleri görmesini engelliyordu. Oldukça zeki olan Haluk Bey’in bu derece bağlı olmasının
sırrı neydi? Ya gerçekten davasında samimiydi, onu hocası olarak görüyordu ya da işi icabı
onlarla bir temas kurmak zorunda kalıyordu.
Amerika’da önemli bir inşaat firmasının sahibi olan Haluk Bey, dini konularda işi
kadar çok fazla bir bilgi sahip değildi. Okuyup, araştırmayı hiç sevmezdi. Bu yüzden mensup
olduğu grubun özelliklerini, ne iş yaptıklarını, neye hizmet ettiklerini çok fazla analiz
edebilecek bir kapasitede olduğu söylenemezdi.
Özgür Bey, öğleye kadar işlerini yoluna koydu. Tam da saat 14.00’ de arkadaşı iş
yerinin önünde onu bekliyordu. Artık geriye dönüş yoktu. Özgür Bey, basından tanımaya
çalıştığı hocasına karşı mesafeli olsa da adından bu kadar sitayişle bahsedilen birini merak
etmiyor da değildi. Araştırma niyetiyle kitaplarını, hakkında yazılan makaleleri okumuştu.
Sohbetlerinde ezoterik bir anlayışın hâkim olduğunu düşünüyordu. Vaazlarında ağlıyor, bazen
peygamberimizin bazen de başka bir din büyüğünün aralarında olduğunu söylüyor, hatta bu
sanrılarını rüyalarla birleştirerek cemaatinin coşkusunu arttırmaya çalışıyordu. Bütün bunlar
Özgür Bey için bir mizansenin ötesinde kendi cemaatini manipüle etmenin, üzerlerinde bir

endoktrinasyon kurmaya çalışmanın bir parçasıydı sadece. Üstelik Özgür Bey, hocanın İslami
gruplara ya da her hangi bir grupta yer almayanlara karşı hem kendisinin hem de cemaatinin
küçümseyici bir yaklaşımı olduğunun da farkındaydı. Ancak yine de yakından görerek onu
daha iyi tanıyacak, böylece kendisi hakkında olumsuz kanaatlerin de haklı olup olmadığı bir
şekilde ortaya çıkacaktı.
Franklin, Saylorsburg arası dört yüz otuz altı kilometreydi. Haluk Bey’in son model
cipiyle bu mesafeyi dört saatte almışlardı. Saylorsburg’a vardıklarında akşam olmak
üzereydi. Toplantı saat 19.30’ da başlıyordu. O yüzden yeterince vakitleri vardı. Uygun bir
yerde durup dinlendikten sonra bir Fransız lokantasında balık yemişlerdi ardından ağaçlı
yollardan geçerek malikâneye vardılar. Burası ancak filmlerde yahut tablolarda
görülebilecekleri kadar muhteşem bir yerdi. Büyük bir çiftliğin içerisinde yeşilliklerle
bezenmiş malikâne üç katlıydı. Her katında bir türlü anlam veremediği iri yarı, sert
görünümlü mafya vari silahlı korumalar duruyordu. Buraya herkesi almıyorlardı. Özgür
Bey’in hatırı sayılır bir varlığa sahip olması daha da önemlisi Haluk Bey’in büyük bir iş
adamı olmasıydı onları kabul etmelerinin belki de en önemli sebebi. Güvenlik görevlilerinin
aksine kapıda onları oldukça şık giyimli iki genç gülerek karşılamıştı. Gençlerin nezaretinde
genişçe bir holden geçtikten sonra en üst katta sohbetin yapılacağı büyük bir salona girdiler.
Salonda yaklaşık kırk kişi vardı. Oturma şekilleri dikkat çekiciydi. Yaşlılardan oluşan on
kişilik bir grup salonun en önünde hilal şeklinde dizilerek oturmuşlardı. Büyük ihtimal bu
grup cemaatin öncü kurmaylarıydı. Arkalarında ise daha çok gençlerin olduğu insanlar yer
alıyordu. Herkes diz çökmüş vaziyette kendi aralarında fısıltıyla konuşuyor, hocalarının
gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. İki arkadaş arka sıralarda uygun bir yere geçip oturdular.
Bu arada Özgür Bey, dayanamayarak:
“Nasıl oluyor da kuru bir emekli maaşıyla geçinen birisi böyle görkemli bir
malikânede kalabiliyor?” diye sordu fısıltıyla.
Haluk Bey’in cevabı her zamanki gibi şaşırtmadı:
“Müslüman en iyi yerlerde yaşar ve her şeyin en iyisine layıktır.”
Haluk Bey, yapılanları sorgulamak yerine hocasının yaptığı her davranışta bir hikmet
aramakta her hangi bir beis görmüyordu. Özgür Bey ise öyle değildi. Mukaddesatına bağlı
olsa da sorgulamayı, düşünmeyi dininin bir gereği olarak görüyordu. Çokça okuyan ve
yıllarca araştırdıktan sonra hakikatin paçasına ancak tutunabilmişti. O yüzden İslam adına
yapılan bazı uygulamaların, sözlerin doğru ya da yanlış olduğunu kavrayabilecek bir yeteneğe
sahipti. Söylenen sözleri Kur’an ve sünnet mihengine vurup öyle karar verirdi. Fildişi
kulelerde yaşayıp cemaatine bir hırka ve bir lokmayı tavsiye eden, cicili biçili takım
elbiseleriyle televizyonlarda boy gösterip israftan dem vuran nice insanlar tanıyordu. Nice
sosyalist geçinip kapitalist bir hayat yaşayan adamlar vardı hayatında. Nice dini kullanan din
baronları biliyordu. Sadece Kur’an, Kur’an deyip Kur’an’dan nasibini almayan nice adamlara
şahit olmuştu. İstikamet üzere gittiği halde sonradan raydan çıkmış, itikatta savrulan nice
hocalar vardı bu dünyada. O yüzden hocasının sohbetlerinde fakirlik edebiyatı yaparak böyle
bir yerde kalmasına bir anlam verebilmiş değildi.

Yaklaşık beş dakika sessizce bekledikten sonra hoca, bir komutan edasıyla yanındaki
koruma ordusuyla içeri girdi. Herkes bir anda ayağa kalkıp el pençe durarak gelenlere yol
açtı. Özgür Bey, bu davranışı da yadırgamıştı. Peygamberimiz bile bir meclise girdiğinde
ayağa kalkılmasını istemez, kalkanlar olsa da onları oturturdu. Gerçi hocanın diğer
falsolarının yanında bu tür tavırları devede kulak sayılırdı. İslam’da önemli yer tutan tesettüre
füruat demişti. Yani tesettürü esas olarak kabul etmiyor, onu bir ayrıntı olarak görüyordu.
Oysa dinimizde farz olmayan ibadetler ancak füruat olarak kabul edilirdi. Tesettür, namaz,
haç ve oruç gibi ayetle sabit olan amellerden birisiydi. Verilen bu fetvayla yıllardır devam
eden başörtüsü mücadelesi inkıtaa uğramıştı. 28 Şubat postmodern darbesinde ikna odalarında
hocanın bu fetvası kullanılarak genç kızların başları açılmaya çalışılmıştı. Oysa şimdiye kadar
ki tüm âlimler tesettürün farz olduğunu söylüyorlardı.
Hocanın savrulması saymayla bitmiyordu. Diyalog adı altında Vatikan’da Papayla
görüşmesinin açıklanacak bir tarafı yoktu. Elbette ki ehli kitap olanlarla görüşülebilir,
müşterek konularda anlaşılabilirdi. Fakat Vatikan kaynaklı bu görüşmenin birçok tuzağının
olduğunu görmemek için saf olmak gerekirdi. Daha Papa 6. Paul 6 Ağustos 1964 tarihinde
yayınladığı “Redepmtoris Missio/ Kurtarıcı Misyon” isimli yazısının bir bölümde, “Dinler
arası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir
parçasıdır.” diyordu. Üstelik hoca da, bu sözü desteklercesine şöyle diyordu: “Papa 6. Paul
cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog için, Papalık
Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk
edişini görmeyi arzu ediyoruz.” Bizzat hoca tarafından diyaloğun amacının ne olduğu
dillendirildiğine göre başka söze gerek yoktu. Diyalog tuzağında bir diğer tehlikede tevhit
inancı sağlam olan İslamiyet’i, tahrif olmuş olan Hristiyanlık ve Yahudilikle aynı statüye
koymaktı. Yine Özgür Bey’in okuduğu makalelerde diyaloğun gizli amaçlarından birinin
bütün dinleri mezcederek “İbrahimi dinler” adı altında yeni bir din anlayışı ortaya koymak
olduğu yazılıydı. Oysa Kur’an’da, “İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi. O, Allah’ı bir
tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi, müşriklerden değildi.”  Sonuçta bir başka ayette hüküm
netti. 4 “Kendi dinlerine uymadıkça Yahudi ve Hıristiyanlar senden hoşnut
olmayacaklardır…” Dolayısıyla diyalog birilerince Müslüman elbisesi giydirilmiş fakat
hakikatte Müslümanı lime lime parçalayan dikenli bir Hristiyan elbisesiydi.
Hoca itikatla ilgili savrulmalarının yanında sosyal hayatta da birçok yanlışa imza
atmıştı. Üstelik bunlar herkesin malumuydu. Haluk Bey, her nedense hocasının yaptığı her
yanlışı tevil ediyor ya da haklı gösterecek bir mazeret ileri sürüyordu. Mesela hocasının niçin
ülkesinde mücadele etmek yerine kaçtığını sorduğunda Haluk Bey, bunu kaçmak olarak değil
bir hicret olarak gördüğünü ifade ediyordu. Sınav sorularının çalındığını, insanların haksız
yere bir yerlere yerleştirildiğini söylediğinde ise Müslümanların belirli kademelere gelmeden
düzelme olmayacağını söylüyordu. Hatta bu konuda çok soru gelmiş olmalı ki hocasının bir
sözünü ezberinden okuyarak ifadelerine destek olarak sunmaktan geri durmuyordu: “Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır girer oraya; mülkiyeye
de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de.”
Özgür Bey, daha bugün arabada gelirken dayanamayıp şöyle demişti Haluk Bey’e:
“Yahu birçok siyasetçiye övgüler yağdıran hatta 1980 darbesinin mimarı Kenan
Evren’le kaç defa görüşme talebinde bulunan birisi nasıl oluyor da İslami hassasiyeti olan
Necmettin Erbakan’a ve şimdi de hükümetin başındaki zata karşı bu derece öfke duyuyor.
Üstelik bu hükümet istedikleri her şeyi fazlasıyla vermişken.”
Haluk Bey, direksiyondan başını çevirerek:
“Ne verdi ki?” dedi, omuzunu silkerek.
“Ne mi verdi?” dedi Özgür Bey. “Yurtlarınız, okullarınız, dershaneleriniz, kimin
döneminde çoğaldı? Bankalarınız ne zaman açıldı? Şirketlerinizin, mal varlığınızın haddi
hesabı yok. Bir yere bir hizmetli alınsa bile cemaatinizin haberi olmadan yapılmıyor. Tüm
kurumlarda ve müştemilatında hâsılı her yerde adamlarınız var. Yıllardır giremediğiniz için
hayıflandığınız askeriye de bile üst rütbeliler birçoğu sizden. Üstelik kendisini bir cemaat
olarak konumlandıran bir yapının bu kadar siyasetle uğraşması ne kadar doğru?”
Haluk Bey’in tüm bu açıklamalara verdiği cevap, “Büyüklerin hikmetinden sual
olunmaz. ”olmuştu.
“Peki” dedi Özgür Bey. “Bunları geçtim, ya mahkemece sübuta eren belgede
sahteciliğe, dolandırıcılığa, adam kayırmaya, usulsüz dinlemeye, kaset kumpaslarına,
şantajlara, insanların yatak odalarına girerek en mahrem sırlarını ifşa etmelerine ne
diyeceksin?”
“Bunlar hepsi saçma, uydurma olan şeyler.” dedi Haluk Bey, umursamaz bir yüz
ifadesiyle.
Şu an bulundukları salonda Özgür Bey’in yaptığı tenkide de arkadaşı doğru düzgün
cevap veremeyip geçiştirmişti. Hoca, nihayet sohbet etmek için kendisine ayrılan yüksekçe bir
yere geçti. Başında beyaz bir takke, sırtında kısa kollu krem renginde bir cübbe vardı.
Cübbenin yaka kısımları altın sarısı renginde nakışlı desenlerden oluşuyordu. Hoca, sohbete
başlamadan önce bir iki defa burnunu çekip mendiliyle sildi. Gelenleri torbalı gözleriyle bir
müddet süzdü, çok gergin görünüyordu. Herkes pürdikkat hocalarının ne söyleyeceğine
kilitlenmişti. Arapça birkaç dua ettikten sonra sohbetine başladı. Doğrusu buna sohbet
demekte yanlış olurdu. Düpedüz salonda beddua seansı yapılıyordu. Herkes hocalarının
ağzından çıkan her kelimeye büyük bir iştiyakla ve yüksek sesle “âmin” diyordu. Haluk Bey,
kendisinden geçmiş gibi edilen her bedduayla hop oturup hop kalkıyordu. Hele hocanın
konuşmasının sonunda söyledikleri tam bir dehşet vericiydi.
Hocasının bu kadar öfkeli olmasının sebebi ne olabilirdi? Her istedikleri fazlasıyla
verilmişti. Milletin ıslahı için dua etmek dururken insanların kötülüğünü istemek bir âlim için
doğru bir davranış değildi. Peygamberimizi Taif’de taşladıkları halde beddua etmemişti.

Âlimlerde peygamberlerin varisi olduğuna göre onlarında cemiyetin ıslahı noktasında dualar
etmesi gerekmez miydi? Üstelik Haluk Bey’in tanımlamasıyla “Kâinat imamı’na!” bu ifadeler
hiç yakışmıyordu.
Hocanın ve şürekâsının toplu beddua seansının üzerinden iki yıl, altı ay, yirmi dört
gün sonra bir gece vakti…
15 Temmuz 2016 saat 22.00 sularıydı.
Ankara Akıncı 4. Ana jet üstünden 2 F 16 havalanıyordu. Jetlerden biri Esenboğa
Havaalanındaki kuleyle irtibata geçerek yükseklik bilgisi veriyordu. Kule amacını sorunca
pilot, “Özel bir misyon.” diyordu sadece. Bu dakikadan itibaren yetkililere, Ankara’nın her
yerinden jetlerin uçtuğuna dair ihbarlar gelmeye başlamıştı. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet
Köprüsü askerler tarafından geçişe kapatılmıştı. Tankların önünde peşi sır dizilen eli silahlı
askerler vardı. Bir gazeteci hadisenin ne olduğunu anlamak için bir askerin yanına yaklaşarak:
“Komutanım bomba ihbarı mı var?” diye sordu.
Asker, “Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu.” dedikten sonra “Şaka değil,
herkes evine gitsin.” diye ekledi.
“Ciddi mi söylüyorsun?” diyordu şaşkınlıkla gazeteci.
“Evet, herkes evine gitsin.” diye yinelemişti asker sert bir şekilde.
Askerin dediği gibi darbenin ayak sesleri adım adım geliyordu. Atatürk Havalimanı’na
gelen askerler kontrol kulesinde mevzilenmişlerdi. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve 2.
Başkanı Orgeneral Yaşar Güler elleri kelepçelenerek darbenin karargâhı olan Akıncı Üssü’ne
götürülmüştü. Darbeciler, TSK’nın gazetecilerle iletişim için kullandığı e posta hesabından
kontrolün tam olarak ele alındığına dair bir mesaj göndermişlerdi. Başbakan Bilali Yıldırım
yaşananları “kalkışma” olarak niteliyordu. “Türk ordusu içerisinde bir grup darbe girişiminde
bulunmuştur.” Ankara’nın dört bir yanında güçlü patlama sesleri duyuluyordu. Bombalanan
yerlerden birisi de Gölbaşındaki Özel Eğitim Hareket Merkeziydi. Bu arada üç yüz asker,
TRT binasını basarak burada çalışanların ellerini arkadan bağlayıp rehin almıştı. Askerlerden
birisi: “Eğer karşı koyan olursa vururum. Bir daha söylemeyeceğim!” diye tehditler
savuruyordu. Sunucuya zorla, “Yurtta Sulh Konseyi” adına bildiri okutulmuştu. Bildiride,
askerin insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti olması için Türk Silahlı
Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu belirtiliyordu!
Cumhurbaşkanı, saat 00.25’ de bir televizyon kanalında Face Time ile bağlantı kurarak
halkı, bu haksız girişimlere karşı meydanlara davet etmişti. Halk, bu emirle kısa sürede
sokaklara inmişti. 01.00 de Cumhurbaşkanın Marmaris’te kaldığı otele hem havadan hem de
karadan saldırı başlatılmıştı. Cumhurbaşkanı, otelden on beş dakika daha geç çıkmış olsaydı,
öldürülmesi işten bile değildi. Halkın haber almasını önlemek için Sikorsky tipi bir askeri
helikopterle TÜRKSAT uydu istasyonu vurulmuştu. Özel Kuvvetleri ele geçirmek için Saat
01.13’ de Özel Kuvvetler Grup Komutanı Tuğgeneral Semih Terzi Diyarbakır’dan askeri bir
uçakla Etimesgut Havalimanı’na iniş yapıyordu. Terzi, uçaktan iner inmez Astsubay

Başçavuş Ömer Halisdemir tarafından başından vurularak öldürülmüştü. Darbenin seyrini
değiştiren bu kahraman, oracıkta askerlerin kurşunuyla şehit edilmişti.
Türkiye’nin darbe tarihinde şimdiye kadar hiç görülmedik olaylar yaşanıyordu.
Boğaziçi Köprüsünü geçmeye çalışan halkın üzerine ateş açılmış, tankların önüne geçen
birçok insan oracıkta şehit edilmişti. Kurumları işgal eden darbecilerin tankları sadece araçları
değil karşılarına çıkan herkesi ezip geçiyordu. Ama insanlar ne çocuğunu ne de ailesini
düşünüyordu. Tankların üzerine cesurca atılmaları takdire şayandı. F 16’ lar düşman bir
ülkenin uçakları gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, külliyeyi bombalıyordu. Önemli
televizyon kanalları askerler tarafından işgal edilmişti. Tüm bu olup bitenler kameraların
önünde gerçekleşiyordu. Ömer Halisdemir’in darbenin başındaki komutanı öldürmesi,
cumhurbaşkanının dirayetli durarak insanları sokağa davet etmesi ve nihayet halkın
meydanlara inmesiyle darbenin seyri bir anda değişmişti. Nihayet sabaha doğru kontrol
hükümetin eline geçmişti.
Bu kalkışma hareketiyle 251 vatandaşımız şehit olmuştu. Ancak onların cansiperane
mücadelesiyle ülkemiz on binlerce insanın öleceği bir iç savaşın eşiğinden dönmüş, ülkemiz
bölünmekten kurtulmuştu. Yalnız hoca ve şürekâsı yüzünden “Cemaat, hizmet, himmet,
sohbet, şakirt, hoca efendi, mübarek” gibi bir takım İslami değerlerimizde ne yazık ki yara
almıştı. Darbecilere gelince onlar bir daha bellerini doğrultamayacaktı. Bir zamanlar teveccüh
gördükleri halktaki sosyolojik tabanı kaybedeceklerdi. Devlet, insanlardan himmet adı altında
topladıkları paraları geri alacak, yurtlarına, okullarına, dershanelerine, basın ve yayın
organlarına ve dahi ne kadar menkul ya da gayrimenkul varlıkları varsa hepsine el koyacaktı.
Liyakat gözetilmeden haksız yere işgal ettikleri görevlerinden de el çektirilecekti. Suça
bulaşmış olanlar ise hapse atılacaktı.
Bu darbe girişimi Özgür Bey’e yıllar önceki hocanın o malum bedduasını hatırlatmıştı:
“Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun,
duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin.”
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona
kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır,
girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır,
değilse lânet edene döner.”
İki ucu keskin kılıç gibi olan bu Hadis-i Şerifle kimlerin evine ateş düştüğünü,
kimlerin birliklerinin bozulduğunu ve kimlerin tarih sahnesinden silinip gittiği belli olmuştu.
Özgür Bey, başından beri kuşkuyla yaklaştığı bu hareketin iç yüzünü zaman içerisinde
kendisine ve kendisi gibi düşünenlere gösteren Rabbine binlerce hamd ederek izlemişti o
geceki görüntüleri.

Not: Özgür ve Haluk Bey, isimlerinin dışında tüm yaşananlar, herkesin bildiği
gerçeklerden, cemaate mensup olup basına sızan tanık ifadelerindeki tutanaklardan alınarak
hikâyeleştirilmiştir.

Önceki Haber

15 TEMMUZ’U ASLA UNUTMA NESL-İ ÂTÎ

Sonraki Haber

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN’I ANLAMAK (3)

Necati İLMEN

Necati İLMEN

Sonraki Haber

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN’I ANLAMAK (3)

Bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin

  • 381 Takipçi
REKLAM
  • Tarihte Bugün
  • Çok Okunanlar
  • Yazarlar

Tarihte Bugün; 16 Haziran 1950- TBMM Türkçeleştirilmiş Ezanın Özünde Olduğu Gibi Arapça Okunmasına Dair Kanunu Kabul Etti

16 Haziran 2025

Tarihte Bugün; 15 Haziran 1826 – Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı Kaldırdı “Vaka-i Hayriye”

15 Haziran 2025

Tarihte Bugün; 14 Haziran 1839 – Jandarma Teşkilatı Kuruldu

14 Haziran 2025

Tarihte Bugün; 13 Haziran 1987- Türk Yazar Ve Çevirmen Cemil Meriç Vefatı

13 Haziran 2025

ÖĞRETMENİM BENİ FARK ET!…

29 Temmuz 2022

ANNELER CARİYE OLUNCA!…

1 Haziran 2022

HOŞGELDİN ASYA

25 Mart 2023

AYDINLIK YARINLARA

11 Mart 2022
Ahmet Tek

Ahmet Tek (131)

Dr. İsmail Tekpınar

Dr. İsmail Tekpınar (92)

Dr. Adnan Küçük

Dr. Adnan Küçük (71)

Necati İLMEN

Necati İLMEN (60)

Dr. İdris Tüzün

Dr. İdris Tüzün (48)

Sinan Tekin

Sinan Tekin (46)

Ali Murat Duman

Ali Murat Duman (41)

Bayram Baş

Bayram Baş (35)

Ekrem YILDIRIM ESEVELİOĞLU

Ekrem YILDIRIM ESEVELİOĞLU (29)

Doç. Dr. Şemseddin Kırış

Doç. Dr. Şemseddin Kırış (25)

Prof. Dr. Emre Güler

Prof. Dr. Emre Güler (22)

Fatıma Zehra

Fatıma Zehra (14)

Dr. İsmail Tekpınar

Dr. İsmail Tekpınar (13)

Esra Çakan Kandemir

Esra Çakan Kandemir (5)

İbrahim Eksilmez

İbrahim Eksilmez (2)

Son Haberler

Tarihte Bugün; 16 Haziran 1950- TBMM Türkçeleştirilmiş Ezanın Özünde Olduğu Gibi Arapça Okunmasına Dair Kanunu Kabul Etti

16 Haziran 2025

Tarihte Bugün; 15 Haziran 1826 – Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı Kaldırdı “Vaka-i Hayriye”

15 Haziran 2025

KUŞLAR KANATLARIYLA, İNSANLAR UMUTLARIYLA YÜKSELİR

14 Haziran 2025

Tarihte Bugün; 14 Haziran 1839 – Jandarma Teşkilatı Kuruldu

14 Haziran 2025
Hür Havadis

Kaliteli, doğru, güvenilir haberi sesi olmaya çalışıyoruz.

Bizi Takip Edin

Kategoriler

  • Belediyecilik
  • Dünya
  • Eğitim
  • Ekonomi
  • Genel
  • Haftanın Şiiri
  • Kültür ve Sanat
  • Önemli Şahsiyetler
  • Oyun
  • Politika
  • Sağlık
  • Sanat ve Kültür
  • Siyaset
  • Son Dakika
  • Spor
  • STK Faaliyetleri
  • Tarihte Bugün
  • Tasavvuf
  • Teknoloji
  • Terör İle Mücadele
  • Türkiye

Son Haberler

Tarihte Bugün; 16 Haziran 1950- TBMM Türkçeleştirilmiş Ezanın Özünde Olduğu Gibi Arapça Okunmasına Dair Kanunu Kabul Etti

16 Haziran 2025

Tarihte Bugün; 15 Haziran 1826 – Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı Kaldırdı “Vaka-i Hayriye”

15 Haziran 2025

© 2021 Hür Havadis

Bulunamadı
Tüm Sonuçlar
  • Türkiye
  • Dünya
  • Politika
  • Kültür ve Sanat
  • Spor
  • Ekonomi
  • Yazarlar
  • Giriş

© 2021 Hür Havadis

Hoşgeldiniz

Lütfen bilgileriniz ile giriş yapınız

Şifremi unuttum? Kayıt Ol

Yeni hesap oluşturun!

Kayıt olmak için formu doldurunuz

Tüm alanları doldurun. Giriş yap

Şifre hatırlatma

Şifre değiştirmek için kullanıcı adınızı veya emailinizi girin!

Giriş yap