Hayatın gerçeği, senaryoların pabucunu dama atar. Gerçekler kurguların önündedir. Uzun yıllar gazetecilik yaptım. Öyle akıl almaz haberler önüme geldi ki, onları yayına verilecek hale dönüştürene kadar acılara gark olurdum. Buna rağmen hayret duygum körelmedi, hep diri kaldı. Kanıksadığım olay olmadı.
Sanırım, 2011 yılıydı. Bir kitabevinde kitap seçiyordum. Emma Donoghue adlı İrlandalı bir yazarın Oda adıyla Türkçeye çevrilmiş kitabı dikkatimi çekti. Yazarın adını hiç duymamıştım. Kitaba ilişkin bilgim de yoktu. Seçtiğim kitapların arasına Oda’yı da dahil ettim. Eve döndüğümde ilk okumaya başladığım kitap Oda oldu. Konusu itibariyle rahatsız edici bir kitaptı. Panik atak hastalarının okuyamayacağı kadar kasvetliydi. Klostrofobisi olanların eline alamayacağı bir kitaptı.
Oda, New York Times tarafından 2010’un en iyi 10 kitabından biri olarak seçilen sarsıcı bir romandı. Elime aldım ve bırakamadım. Birkaç saat süresince Oda’nın tutsağıydım.
Oda, adı üstünde, küçücük bir odaya hapsedilmiş anne ve çocuğunun öyküsü. Güneşi ışık hüzmelerinden, yaşamı seslerden duyumsayan tutsak durumdaki anne ve çocuğunun kaçıp kurtulma mücadelesini anlatan ve sizi yerinizde oturtmayan bir roman. Kitabın tanıtımında Newsweek’ten yapılan alıntıda belirtildiği gibi, “Oda’da her türlü duygusal darbe var. Ama duyguyu mümkün kılan şey, kitabın kusursuzca kurgulanmış olması. Oda öylesine güzel düşünülmüş ki, hiçbir şekilde yapmacık gelmiyor. Ama uyarmış olayım, bir içeri girdiniz mi, son sayfaya kadar Donoghue’nun gönüllü tutsağı oluyorsunuz.”Tutsak olduğunu bile bilmeyen beş yaşındaki Jack’e göre, ‘Oda’ bütün dünyadır: Doğduğu, annesiyle birlikte yemek yediği, oyun oynadığı, televizyon seyrettiği ve dışarısı hakkında bütün bildiklerini öğrendiği yer. Oda, Jack’in yuvasıdır, oysa anne için burası yedi yıldır kapatıldığı zindandan başka bir şey değildir. Oda, sevgileri imkânsızdan sağ çıkmalarını sağlayan bir ana-oğulun güçlü hikâyesidir.Kitaptan uyarlanan “Room” filmi 2016’da, 4 dalda, (en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi kadın oyuncu) Oscar’a aday gösterildi. Oda’yı bana hatırlatan olay, Bursa’dan gelen ‘çöp ev’ haberi oldu. Çöp ev haberlerine yabancı değiliz. Ama bu kez çöp evden bir tutsak çocuk çıktı. Haberi ilginç kılan yan bu oldu.
Haberi hatırlatmak niyetinde değilim. Çöp evde 44 yaşlarında bir kadının yaşadığı sanılırken, onun bir odaya kilitlediği yeğeni de bulundu. Aslında çöp evden bir dram çıktı. Acı çıktı. Bir kent gerçeği ama hepimize vebal yükleyen bir dram ve acı. Teyze 44 yaşında, yeğeni dokuz… Çocuğun adı Cem Muhammet.
Çöp evin tutsağı çocuk, Bursa’dan Antalya’ya getirilmiş ve koruma altına alınmış. 17 kiloymuş, boyu ise 138 santim. Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Özlenen Özkan, çocuğun tedavi altına alındığını açıklamış. Özkan, şunları söylemiş:
“Bir süre içinde sağlığına kavuşacak ama ruhsal sağlığı için toplumumuzun görevi var. En önemli şey sevgi. Çok güzel bir çocuk. Daha korkak bir çocuk bekliyordum, fakat gülümsüyor, bizi çok mutlu etti. Psikiyatristlerimiz daha iyi bilirler ama uzun bir süreç. Çocuklarımıza sevgi vermek en önemli görevimiz. “
Çöp evin tutsağı Cem Muhammet, yavaş beslenme sürecine alınacakmış. Böylece bir süre sonra takviyelerle normal hayatına döndürülecekmiş. Elbette normal hayattan kasıt, boy, kilo gibi bedensel ölçütler. Ruhsal travmayı nasıl atlatır, bilmiyoruz.
Küçük çocuk, hastanedeki tedavisinin ardından Aile Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü görevlileri tarafından berbere götürülüp tıraş ettirilmiş. Sonra duş aldırılıp temizlenmiş, tırnakları kesilmiş.
Çocuğun annesi bulunmuş, akrabaları da vardır mutlaka. Annesi, Cem Muhammet’i yıllar önce kendi annesine bırakmış. Anneanne vefat edince küçük çocuk teyzeye kalmış. Anne, çocuğunu en son üç yıl önce, annesinin cenazesinde görmüş. Baba ortada yok. Anne, biriyle birlikte olmuş, sonra ayrılmış. Ardından doğum yapmış ve bu doğumdan babayı haberdar etmemiş. Doğruysa Cem Muhammet’in babası, baba olduğundan habersiz. Anne çalışıyor ve oturduğu dairede çok sayıda kedi ve köpek besliyormuş. Anne bir röportajda, “Ben eğitimciyim” diyor.
Katman katman acı. Dokundukça kanayan bir uzuv gibi. Senaryo değil, hayatın gerçeği. Film olarak seyretsek, abartılmış, bu kadar da olmaz deriz. Ama olmuş. Babasız, anne sıcaklığından, eğitim hakkından, akran arkadaşlığından mahrum bir çocuk.
Belli, teyze hasta. Tedaviye ihtiyacı var. Evini çöp eve dönüştürmüş. Yeğeninin bakımını yapamamış. Cem Muhammet iki yıldır elini yıkamamış. Okula da gönderilmemiş. Gitmiş olsa öğretmenler işin bu noktaya gelmesine fırsat vermeyebilirlerdi. Cem Muhammet mahpussa, teyze de mahpus. Evi çöple doldurmak, hijyeni unutmak, temel insani özellikleri göz ardı etmek ve başkaca etkenler dikkate alındığında teyzenin durumu da içler acısı.
Komşunun komşudan haberinin olmadığı zamanlarda yaşıyoruz. Devletin vatandaşından haberinin olmadığı ülkede yaşıyoruz. Kapalı kapılar ardında acılar istifleniyormuş ve herkes bir başkasının acısından habersiz ömür sürüyormuş.
Kimi suçlayacağız? Anneyi mi, teyzeyi mi, komşuları mı, muhtarı mı, belediyeyi mi, devleti mi? Suçlu aramakla vakit kaybetmeyelim. Hepimiz suçluyuz. Cem Muhammet gibi olmasa da kim bilir ne çok çocuğumuz yoksunluk içindedir. Sevgi ve şefkat yoksunluğu, kötü koşullar…
Behçet Necatigil’in Dünya Çocuk Yılında başlıklı şiiri şöyledir:
Bütün çocuklarYokluk bilmesinlerEt, şeker, süt bulsunlarGiyimli, tok ve rahatGitsinler okullaraSınıflarını geçsinler.Büyükler biraz daha yorulsunOnlar da büyüsünlerOnlar da mesut olsunlarGeçti, kaç savaş ezikliğiÇocukları düşünsünlerÇocuklar iyi gün görsünler.
Evet, “Çocuklar iyi gün görsünler.” Şairin bu sözü sözlerin şahıdır. Anne babalara çocuk sahibi olmadan önce bu sözün içeriğine vakıf olmalıdır. Yetmez. Öğretmenler ve tüm yöneticiler de…
Güney Afrika Cumhuriyeti’nin unutulmaz lideri ve Cumhurbaşkanı Nelson Mandela’nın şu sözünü kulaklara küpe yapmak gerekir:
“Bir toplumun asıl ruhunu en iyi gösteren şey o toplumda çocuklara nasıl davranıldığıdır.”
Çocukluk masumiyettir, insanoğlunun melekle aynı düzlemde olduğu dönemidir. Sezai Karakoç’un bir mısrasında ifade ettiği gibi “İnsanı çözersin çözersin çözersin; çocuk çıkar.” Çocukluk dönemini yaşamayan, düğüm düğümdür, çözülmez, ondan insan da çıkmaz.
Bursa’da ortaya çıkıp Antalya’da devam eden çöp ev haberinin +18 yaş logosuyla gece yarısında yayımlanan korku filmlerinden ne farkı var?
Çöp evde bir başka çocuk daha yaşıyormuş. Evini çöple dolduran, yeğenini odaya kilitleyen ve şimdi tutuklu olan kadının kendi çocuğu. O çocuk, +18 yaş filminin bazı karelerinde bir hayalet gibi gözümüze görünüp kayboldu. Haberlerde, evdeki ikinci çocuktan söz edilmiyor. Gazetecilerin gözünden mi kaçtı, işin içinde başka iş mi var? Tutuklanan kadının çocuğu var mı, yok mu? Varsa o çocuğun durumu Cem Muhammet’ten farklı mı? O çocuk şimdi nerede?
Bursa’daki evden çıkanlar, çöp ve kokudan daha fazlasıymış. Sadece kâbus ve dram değilmiş. İç içe geçmiş bir vakıa. Karşımızda toplumsal çürümenin doğurduğu bir olayın bir odada büyüttüğü bir gerçeklik var. Korku filmlerinin geriliminden daha ağır travmaya yol açacak bir belgesel izliyoruz adeta. Filmin devamını merak ediyorum. Siz etmiyor musunuz? Üç gündür dinlediğimiz çöp ev haberi, Emma Donoghue’nin Oda adlı romanının pabucunu dama atacak kadar sarsıcı ve dramatik değil mi?