Ömer Seyfettin, Türk toplumuna dair bugün seçmen davranışları dâhil pek çok alanda klişe olarak kullandığımız bir tespit yapmıştır:
“Bu millet âlim değil ama ariftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir.”
Bu tespit her ne kadar iltifat babında söylenmişse de ironik bir boyutu da vardır. Bu cümleden şöyle bir çıkarım yapabiliriz. Bizim için bilginin kaynağı bildiklerimiz değil hissettiklerimizdir. Bunun bir adım ötesi ise hissettiklerimizin bilgi sanılmasıdır. Hislerimize çokça güvendiğimiz için de sorgulama ihtiyacı hissetmeyiz.
Hâlbuki dinimizin iki temel kaynağı olan ayet ve hadis sorgulamayı bize öğretir. Hadiste kişiye her duyduğunu nakletmesi yalan olarak yeter denmiştir. Bu rivayetin ifade ettiği gerçeklik ise işitilen her şeyin doğru kabul edilmemesi, bir süzgeçten geçirilmesidir. Kuran-ı Kerim’de ise “bir fasık size haber getirirse onun doğruluğunu araştırın” buyurarak aynı gerçekliğe işaret etmiştir.
Haberin süzgeçten geçirilmesi ise hiç şüphesi iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı bir birinden ayırt etmeye imkân sunacak bir birikim ister. Bu birikimin en temel kaynağı olan “okuma” ile aramızın çok da iyi olduğu söylenemez maalesef.
Bu olguyu destekleyecek pek çok misal getirebiliriz. Söz gelimi resmi istatistiklerimize göre günümüzün 6 saatinde televizyon seyredip, 3 saatinde internet kullanırken okumaya ayırdığımız süre ortalama bir dakika, yılda ise altı saat. Avrupa’da yüzde 21 olan kitap okuma oranı Türkiye’de binde bir düzeyinde.
Zaten geleneksel olarak da okumaya yazmaya değil dinlemeye daha meyilli bir toplumuz galiba. Sözlü edebiyatımızın yazılıya oranla daha eski ve yaygın olması bunun bir delili olsa gerek. Ayrıca dilimize ait en eski edebi ürünlerden yine sözlü bir edebiyat türü olan Dede Korkut hikâyelerinin bilinen en eski yazılı nüshası 15. Yüzyıla ait. Üretildiği tarihten yüzyıllar sonra yazıya geçirilmiş olması bir tesadüf değil muhakkak.
Okuma ve dolayısıyla süzgeçten geçirme becerimizin çok gelişmemiş olması sebebiyle olsa gerek ki periyodik olarak birileri çıkıp kitleler halinde insanları dolandırabilmekte ve hurafelerin ardı arkası kesilememektedir. Hâlbuki türlü türlü aldatmaların, dolandırmaların, hurafelerin kaynağı az okuyup çok dinlememiz değil mi?
Çünkü okumadığımız için bildiğini sandığımız insanların sözlerini dinlemiyor, iman ediyoruz neredeyse.
“İki dinle bir söyle” diyen atasözümüzü bile yanlış anlayıp iki kat daha fazla dinlemeye yöneliyoruz, duyduğumuzu bir daha dinleyip süzgeçten geçirmek varken.
Bunun içindir ki bizzat cumhurbaşkanımızın ağzından çokça kere eğitimde, kültürde sanatta hedeflerimizin gerisinde kaldığımıza dair feryatlar işitiyoruz.
İşin esasında sadece eğitimde veya sanatta değil, hayatın her safhasında yaşadığımız sorunların çözümü insan faktöründe kitlenmektedir. Hayata geçirmeye çalıştığımız pek çok reformda tökezlememizin, mesafe kat edemememizin nedenlerinden biri de yine hiç şüphesiz insan faktörü.
İnsan düzelmeyince hiçbir şey düzelmiyor maalesef.
Bu durumda hastalığın kaynağı insansa, tedaviye de oradan başlamak gerek.
Yoksa emeklerimiz heba olacak, çalışmamız boşa gidecek.
Bunu bir tür beka sorunu olarak görmek gerek.
Hal böyleyken yapmamız gereken artık, göçebelik yerleşik hayata geçme yolunda ilerlemek, geçicilikten kalıcılığa yönelmek; yani sözden çok yazıya kulak vermek.
Sonuçta söz uçar yazı kalır.
Değil mi?