Rahmet ayı ramazanda cehennem kapıları kapanır, cennet kapıları açılır her müminin üstüne. Bağlanır şeytanlar zincire… Bire on, bire bin, bire on bin ve daha fazla sevaplar verilir Kur’an okumanın her bir harfine…
Kur’an…
Dünya ve ahret saadetimizin anahtarı. Bütün renklerin hidayet güneşi. Bütün insanlığın mürebbisi. Metruk diyarların kimsesi. Efendimizin en büyük mucizesi. Belâgat ve fesahatte hiçbir fanin ulaşamayacağı nihai bir nokta. Meydan okuyuşu da bundandır onun. “Yemin olsun ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek üzere bir araya gelseler, bir birlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.”[1]
Ve ”Ben benim, sen sensin” diyen nefsi, Rabbi karşısında dize getiren terbiye ediciliğin zirvesi bir ibadettir oruç…
Cehenneme atıldı nefis. Kandan, irinden deryalara daldı. Boyunlarına demir halkalar, ayaklarına bukağılar geçirildi. Zincire vuruldu uzunluğu yetmiş arşın. Zebanilerce demir kamçılarla dövüldü. Zifiri karanlıklarda yılan, çıyanla baş başa kaldı nefis. Uçurumdan yuvarlandı bir top gibi, kuyuya atıldı bir taş gibi. Zakkum yedirildi günlerce. Kaynar sular döküldü başından aşağıya bedeninin her zerresine. Karnı kaynadı, beyni eridi uzunca bir zaman. Dondurucu soğuğun, eritici sıcağın envai azabını tattı nefis. Tattı da yine pes etmedi nefis.
İllaki açlık geldi, kesildi nefsin nefesi…
Kırıldı, kolu kanadı. Bitip, tükenince ancak “Ente” dedi. “Ente Rabbiye r-Rahîm ve ene abdüke l-âciz…”
“Sen benim merhametli Rabbimsin, ben ise senin aciz bir kulunum”
Mariana çukuruna döndü, yıkıldı benliğin Everest Tepesi.
Benden sıyrılınca “sen” dedi ilk defa…
Açlıkla nefis kendini bildi. Kendini bilince Rabbini bildi…
Sadece oruç değildi bu ayda yapılan ibadetler. Teravihler, hatimler, fitreler, ayyuka çıkan yakarışlarda vardı. Ve bunlarla heybeler doldu taştı.
Sonra bayram geldi. Bayramlarımız geldi. Bayramı, bayram bilen herkese… Kadrini bilenler azımsanmayacak kadardı. Ne var ki yine de asıl hüviyetinden yoksundu bayramlarımız. Eskisi kadar tadı, tuzu yoktu artık.
Renksiz, kokusuz ve ruhsuz…
Zamanın ve şartların değiştirdiği bizler ve bizlerin değiştirdiği bir bayram profili var karşımızda şimdi. İnsanlardan hatta kendisinden bile kaçanların başvurduğu sığınağın, dayanağın adı oldu bayram… Yüz seksen derecelik farkın ne zaman başladığı sorusuna ihatalı cevap verebilmek için galiba kaplumbağa kadar bir ömre ihtiyaç var. Çocukluğumuzda duyduğumuz, kokladığımız, gördüğümüz bayramlardaki pür neşe, bir kuş gibi uçuverdi elimizden. Yaşadığımız çeyrek yüzyıldaki değişim baş döndürücü…
Yüz yüze sohbetle başlayan dostluğun sıcaklığı, yerini telefonlara terk etti uzun zamandır. Hatta o arzu edilmeyen görüşme şekli bile çoktan eskimiş durumda. Mailler, mesajlar, whatsapplar, tweetler, facebooklar elde avuçta kalan bayramın son damarını da kesiverdi artık. Çocukluğumdaki bayramla çocuğumun yaşadığı bayramlar bile çok farklı şimdi…
“Satırlarıma başlamadan önce” diye başlayıp, “Kestane kebap, acele cevap” diye bitirdiğimiz mektuplarımız, tasannudan uzak, içten duyguların döküldüğü kelimeler vardı. Satırların sonuna elimizi koyup çizer, içine ise bazen bir mani, bazen sevdiklerimizin isimlerini yazardık. Gül kokusu sürerdik mürekkep damlayan satırların gülümseyen yüzüne. Sabırsızlıkla, heyecanla beklenirdi siyah çantalarında hasreti ve dostluğu taşıyan postacılar.
Namelerde eskidi sonra…
Neydi o bayramlar diye başlamak istemezdim söze. Lakin eski bilinmeden yeni bilinmezdi. O günlerde bayram eşten, dosttan, akrabadan köşe bucak kaçılan bir tatil sığınağı değildi. Bayram evdeydi. Fakat evden çok öte bir şeydi. Cıvıl cıvıl sesleri, ellerindeki şeker poşetleriyle çocuklar geçerdi sokaklarımızdan. Ve birde anneler, babalar, kardeşler…
Hepsinde bayram ismiyle müsemmaydı. Huzur, neşe, barış ve kardeşliğin adıydı. Şimdilerde kapı komşumuz bile sorulmazken, adı bile bilinmezken gezilmedik hısım akraba bırakılmazdı. O eski bayramlarımız ne de güzeldi. Gerçi bayramlar hep iyiydi. Zaman ve şartların değiştirdiği bizlerdi bayramların içini her geçen gün biraz daha boşaltan.
Bayram namazından sonra aile büyüğünün evinde geniş bir sofranın etrafında toplanılır, sohbetler edilir, birkaç lafın beli kırılırdı. Ardından topluca yakınların evlerine ziyaretler yapılır, büyüklerin elleri öpülür küçükler ise nasipsiz bırakılmazdı. Küs olanların barıştırılması için bayramlar ne de bulunmaz bir fırsattı.
Huzurdu bayram.
Daha kendisi gelmeden günler önce neşesi gelirdi. Şimdilerde yapılan tatil planlarının aksine hısım, akraba, konu komşu ağırlanır onları memnun etmenin hayalleri kurulurdu. O güne kavuşmak için takvim yaprakları bitmek bilmezdi. Haftalar öncesinden tatlı bir telaş ve heyecan sarardı herkesi. Özelliklede anneleri… Evler baştan sonra bir temizlik operasyonu geçirirdi. Misafir odası operasyonun en önemli merkeziydi. Havanın bile girmekten korktuğu bu odaya kimse kolay kolay giremezdi.
Sadece kutlu misafirindi o…
Odadaki sedirlerin, somyaların yahut kanepelerin, halıların, dolapların hatta süs eşyalarının bile üzeri özenle örtülür, kapısı kilitlenirdi. O gün için bu odalar misafire verilen kıymetin bir göstergesiydi.
Sevmek, değer vermek bayramlarda bir başka güzeldi.
Günler öncesinden anneler, teyzeler, halalar, konu komşular bir araya gelir, güle oynaya baklavalar, börekler, sarmalar açarlardı. Bayramın hoşemedisi olan Arefe günü ise ayrı bir keyif kaynağıydı. Gün, ganimet bilinip oruçla, istiğfarla, duayla karşılanırdı. Asıl dünyalar kadar sevinci ise çocuklar yaşardı. Alınan allı, pullu kıyafetlerini ve ayakkabılarını başlarının ucuna koyar, öyle uykuya dalarlardı. Ki bayramı düşünmekten uyudukları da söylenemezdi ya. Sabahı zor eden çocuklar, babalarının elinden tutup doğru bayram namazına giderlerdi. Camiler hınca hınç dolu aynı zamanda sürurlu ve huzurlu olurdu. Kurban Bayramları ayrı bir keyifti. Tekbirler eşliğinde kesilirdi kurbanlar Allah rızası niyetine. Rab ile can arasına giren mal kaldırılırdı ortadan böylece.
Kurban…
Dünya sevgisinin panzehiriydi. İsmaillerden vazgeçmekti belki. Her yürekten büyük bir coşkuyla söylenirdi kulakların pasını silen tekbir sesleri…
“Allahuekber, Allahuekber/La ilahe illallahuvallahuekber/Allahuekber ve lillahilhamd…”
Gül kokan camilerimizden kardeşlik hukuku dillendirilirdi. Namaz bitiminde cami avlusunda bir muhabbet pazarı kurulurdu ki sorma gitsin. Tanıdık tanımadık herkes bir biriyle selamlaşır, helalleşir ve kucaklaşırlardı. Ardından babalar, çocuklarıyla kabristanın yolunu tutarlardı. Neticede ölümde devam eden yaşamın bir parçasıydı. Değişen bir şey yoktu. Aynı evin farklı odaları gibiydi, hayat ve memat… Biri yerin altında, biri üstünde devam ediyordu sadece. Bu yüzden hayatın başka bir koridorunda dolaşan yakınlar ziyaret edilir, bayramları öncelikli tebrik edilirdi. Babalarının yanından bir an olsun ayrılmayan büyük yürekler, minik elleriyle dedelerine, ninelerine Fatihalar, Yasinler gönderirlerdi. Ardından kovalara doldurdukları suları dökerlerdi mezarların üstüne bir bir… Dönüş yolunda babalar, babalarını yâd eder, çocuklarına dedelerinden arta kalan hatıralarını anlatırlardı uzun uzun. Aslında bir öğüt verirlerdi çocuklarına…
Hepimizin bir gün geleceği bu mekânı unutma yavrum. Atanı ve ecdadını hayırla yâd et.
Kabristan asude bir günün ilk ziyareti sayılırdı.
Daha gün doğmadan babalar, çocuklar, kardeşler doğardı Güneşin yüzüne… Anneler, daha erkenden kalkarlardı. Eşleri namazdan gelmeden evvel evlerinin önünü suyla ıslatır ardından süpürüp temizlerlerdi. Sokaklar toprak kokusuyla dolardı. Aile reisi kapıda karşılanır, tebrikleşirlerdi. Ailecek yapılan güzel bir kahvaltı keyfinden sonra çocuklarının ve torunlarının yollarını dört gözle bekleyen büyükbabalar, anneanneler vakit kaybetmeden ziyaret edilirdi.
Baba evi bütün ailenin birleştirici mayasıydı.
Ziyaretler bittikten sonra çocukların akranlarıyla buluşma zamanıydı artık. Ama öncesinden bir hazırlık vardı tabi. Yeni alınan elbiseler saatlerce aynanın karşısında denenirdi ilkin. Kimisinin büyüklere özenip takım elbise giydiği de olurdu. Fakat daha çok spor kıyafetler tercih edilirdi. Bir türlü karar veremedikleri tişörtlerini kâh pantolonunun içine koyar, kâh çıkarırlardı. Briyantinli saçlarını sağa sola taradıktan sonra şekil verip kolonya sürerlerdi. Bir cetvel gibi muntazam taranırdı saçlar. Alınan parlak ayakkabılar aynanın karşısında ne de güzel görünürdü. Bütün hazırlıklar tamamladıktan sonra soluğu birer, ikişer dışarıda alan çocuklar, şeker toplamak için dağılırlardı mahallelerinin dört bir tarafına. O günlerde aileler ne olacak korkusu taşımazlardı çocukları için. Mahalleler güvenin ve sıcaklığın adresiydi. Tanırdı herkes bir birini. Bakkalcı Zeki, Kasap Ziya, Bahaddin Usta, bahçesinden bizlere kucak dolusu elmalar ikram eden Kemal Amca, çocukluğumuza bakmaz bizimle bir dünya sohbet ederlerdi. Hepside ne dost canlısı, ne sevimli insanlardı…
Çocuklar, usanmadan, yorulmadan şeker toplamak için çıktıkları yolda ev ev; kapı kapı dolaşıp “bayramınız mübarek olsun amcacığım” deyip şekeri kaparlardı, Güneş kayboluncaya dek. Boş dönmezlerdi açılan hiç bir kapıdan. Kimisi çikolatalı şeker, kimisi badem şekeri, kimisi fındık, leblebi, lokum ya da o gün için ne varsa o koyulurdu minik avuçların içine… Çocukların akşama kadar topladıkları hâsılat kucak dolusu şekerlerdi. Ve onlar böyle küçük şeylerden büyük mutluluklar duyarlardı. İşleri bitmiş sayılmazdı henüz, toplanan şekerler ayrı ayrı tasnif edilirdi. Çikolatalı, sakızlı, sütlü, kremalı…
Sadece şeker toplanmazdı elbet. Akrabalarından alacakları paralar daha günler öncesinden ince ince hesap edilirdi. Muhyiddin amcamdan 2,5 kuruş, Kazım Dayımdan 5 kuruş, eniştemden bir o kadar… Harçlığın büyüğünü ise babalar ve dedeler verirdi. Gezmekten arta kalan zamanlarda ise oyunlar oynanırdı. Çelik çomak, saklambaç, çatapat, daire, bilav, misket ve daha ne oyun biliyorlarsa onun aşkına tutuşurlardı çocuklar saatlerce.
O günlerde bayramlar ne de güzeldi. Bayramlar aslında hep güzeldi.
“Pür handedir âfâk, cihan başka cihandır
Bayram ne kadar hoş, ne şetaretli zamandır.”
[1] İsrâ Suresi-88