Biz rahat döşeklerimizde uyurken O, Allah yolunda,
Resulullah izinde bütün işkence ve hapislere rağmen İslam’ı savunuyordu.
Ne yazık ki hiç birimiz onun gibi olamadık.
Hasan Basri ÇANTAY
Hangi alanda olursa olsun tarihe damgasını vurmuş değerlerimizin kıymetini bilmeli ve onları hatasıyla, sevabıyla kabul etmemiz gerektiğini ifade ederek başlamak isterim. Aksi takdirde geçmişimizden günümüze kadar medeniyet yolunu inşa eden hiçbir yolcuyu yanımızda bulamadığımız gibi her birinin mercekle büyüttüğümüz kusurları yüzünden hakikat avcılığında da av olmaktan kurtulamayız. Nur müellifini 23 Mart 1960 vefat yıldönümü münasebetiyle anladığım kadarıyla anlatmaya çalışacağım. Belki ileride toplumumuzda iz bırakan başka yazar, şair ve mütefekkirlere de yer verebilirim, kim bilir…
Said Nursi kimilerine göre mürteci, kimilerine göre gelenekle moderniteyi birleştiren bir mütefekkir, kimilerine göre skolâstik düşüncenin bataklığına gömülmüş klasik bir medrese hocası, kimilerine göre ise hâli hazırdaki bütün dini ve fenni ilimleri yutmuş, felsefenin en derin meselelerinden bir kahve içme rahatlığıyla çıkabilmiş alleme-i asır. Ama her ne olursa olsun mutlaka incelemeye, araştırmaya değer bir laboratuvar…
Said Nursi’nin hayatı ve fikirleri ile ilgili piyasada onlarca kitap, yüzlerce makale ya da tez bulabilmemiz mümkün. Kendi sağlığında yeğeni tarafından yazılan bir tarihçe hayatı orta yerde duruyor. Daha sonra talebesi ve değişik yayınevleri tarafından yazılan tarihçe-i hayatlar var. Bu nedenle Said Nursi anlayabilmemiz için evvela hakkında yazılmış olan otobiyografileri okumamız ayrıca da onun “Risale-i Nur” adını verdiği eserlerine vakıf olmamız gerekmektedir. Eser bilinmeden müellif bilinmez gerçeğine dikkatinizi çekmek isterim.
Kabul etmemiz gerekir ki toplum nezdinde Said Nursi ile ilgili oluşan bir algı var. Bu da genelde onun bir grubun tekelinde olmasıyla ilgili bir algıdır. Oysa Bediüzzaman kanaatime göre tıpkı Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bayramı Veli, İmamı Gazali ya da İmamı Azam gibi İslam âleminde üstün vasıflarıyla tebarüz etmiş ümmetçe kabul görmüş, bulunduğu asra ve sonrasına damga vuran önemli bir şahsiyettir. Yoksa bazı grupların miyop olan anlayış ve kavrayışlarına göre bir değerlendirme yaptığımızda çağı okuyamayan, sadece elindeki kırmızı kitaplarla yetinilmesi gereken bir “Üstad” ve cemaat prototipiyle karşı karşıya kalabiliriz. Evvela “Risale-i Nur” adını verdiği eserini tetkik etmiş biri olarak söyleyebilirim ki iman erkânlarını anlatan fevkalade önemli bir kitap. Mesela iman esaslarından biri olan peygamberimizi veçhi layıkıyla anlatır. Nur müellifinin nübüvvetle alakalı eserleri genelde müstakil olarak 10-15 sayfa geçmez. Okuyucuyu sıkmayan böyle bir yazım metodu eserden azami derecede istifade etmeyi sağlar. Üstad, peygamberimizin hayatını anlatırken bir siyer kitabı gibi olayları tarihi bir kronoloji içerisinde ele almaz ama peygamberimizle ilgili öyle tahliller, öyle analizler, öyle can alıcı cümleler kullanır ki eserin künhüne vakıf olursunuz. İşte bir misal. “Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gidelim. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret edelim. İşte, bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu’ciznümâ bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ bir hitap, bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.” Derken peygamberimizin yaşadığı döneme an be an gitmekle kalmaz âdeta elimizden tutarak hakikatleri bizzat onun ağzından bizlere dinleme fırsatı verir. Fakat üstadın anlaşılamaması belirli bir zümreye dâhil edilme algısı ya da gayreti maalesef bu leziz eserlerinin önüne geçebilmektedir. Lakin Said Nursi’ye intisap etmediği halde onun kıymet ve değerini bilen nice aydınlarımızın olduğunu da biliyoruz. Ünlü bir sosyolog Şerif Mardin bunlardan birisidir. “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” diye müstakil bir kitapla üstadı değerlendirir. Yine çağımızın en büyük mütefekkirlerinden Cemil Meriç’in de Nur kitaplarının müellifini öve öve bitiremediğini biliyoruz. Cemil Meriç, “Babil kulesinden seslenen adam der onun için. Said Nursi’yi geç tanıdım. Şayet kendisini önceden tanıyıp eserlerini tetkik etme imkânı bulsaydım. Hayatımın akışı, yaşayış tarzım bambaşka olurdu.” Hakikati arama pahasına gözünü kaybeden Meriç, neden bu ifadeyi kullanmış olabilir? Cevabını yine kendisinden dinleyelim. “İlk gençlik yıllarımda üstadı tanımış olsaydım. Büyük ihtimalle gözlerimi bu kadar erken kaybetmezdim. Batıya yönelerek peşine düştüğüm hakikati yine doğuda buldum. Doğuda ise en parlak yıldız olarak Said Nursi’yi tanıdım. Onun döneminde zulmü, baskıyı, zoru gören insanlar sağa sola kaçıştıkları bir zamanda halde o dimdik ayakta durdu. Bildiğini söylemekten şaşmadı.” Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Basri Çantay, Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve daha birçokları üstadın meziyetlerini dile getirebilmişlerdir.
Üstadı elinde asası, üzerinde cübbesi ve başında sarığı ile klasik bir medrese hocası izlenimi oluşturmaya çalışanların aksine onun sıradan bir âlim olmadığına seksen küsurluk tarihçe-i hayatı şahittir. Dile kolay tuğla kalınlığındaki 90 cilt kitabı hafızasına alan, bir kere okuduğu sayfayı ezberinden okuyabilen fotoğrafik bir zekâya malik birisinden bahsediyoruz. Şam da Emevi Camisinde içerisinde hatırlı sayılır âlimlerinde olduğu on binlerce insana vaaz eden bir hocadır aynı zamanda. Sadece ilmiyle de değil özellikle de bugün çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz söylediklerini de harfiyle yaşamaya çalışan bir karakterdir de. Belki Hintlilerin Gandi’si gibi. Halkın yaşayışından farklı olmayan bir yaşama talip olan bir adamdır. Üstad, vefat ettiğinde Tereke Hâkimliğinin tespit ettiği eşyaları şunlardı: “Bir çift lastik ayakkabı, bir gömlek, bir hırka, bir havlu, bir çarşaf, bir adet dua kitabı, bir kırık gözlük, iki kalem, eski yazı takvim, sefertası, çaydanlık, küçük bir tencere ve birkaç bardak.” Kimsenin dönüp yüzüne bile bakmayacağı bütün sermayesi işte bunlardan ibaretti. Hiç zenginlik istememişti. Hayatı boyunca herkes gibi sıradan bir hayat yaşamıştı. Hatta vasat bir hayattan bile mahrumdu. Hayatı boyunca ilminin ve dininin izzetini muhafaza etmeye çalışmıştı. Maddi yönden ne kadar sade bir hayat sürse de, manevi yönden de bir o kadar gani yaşadı. Onu güçlü kılanda işte tam da buydu. Davasında gözü kara biriydi. Bir anekdot anlatalım. 1. Dünya Savaşı sırasında. Rusya da esir kampında bütün Müslüman esirler kampı teftişe gelen Nikola Nikolaviç karşısında ayağa kalkarken üstad bağdaş kurup oturur. Komutanın niçin kalkmadığı sorusuna, “Tazim Allah’a olur, bir Müslüman âlim, bir kâfirin önünde ayağa kalkmaz. ” der. Bunun üzerine kurşuna dizilmesi emredilir. Ölmeden önce iki rekât namaz kılmak isteği kabul edilir. Namazın ardından Nikolaviç bu korkusuz gencin şahsıyla ilgili bir probleminin olmadığını sadece dini hassasiyetinden dolayı böyle bir tavır takındığını anlayınca öldürmekten vazgeçer.
Netice-i kelam Said Nursi, Batının jargonuyla konuşan birisi hiç olmadı. Kendine özgü fikirleri vardı. Tamamen yerli ve milliydi. Konuşması, giyinişi, davranışı tamamen bu topraklara özgüydü. Geçmişte kalan birisi değildi. Ufku genişti. 1900’lü yıllarda hiç kimse üniversiteden bahsetmezken Said Nursi üniversite kurmaktan bahseder. Fenni ilimlerin verilmesine vurgu yapar. “Vicdan ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünunu medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincinde taassup ikincisinde ise şüphe ve tevellüd eder.”
Nasipse bir daha ki yazıda üstada yapılan eleştiriler üzerinde duracağız İnşallah….