Bizdeki eleştiri anlayışının tenkitle özdeşleştiğini görüyoruz. O yüzden mevzuya girmeden eleştiri ya da tenkit üzerinde kısa bir patinaj yapmamızda fayda var. Özellikle Tanzimat döneminde edebiyatla başlayan ve bugün sporda, sanatta, siyasette, tarihte, felsefede, kültürde, ekonomide, dinde hâsılı her alanda dozunu artırarak devam ede gelen bir eleştiri yağmurunun altında hayat sürdürüyoruz. Umulurdu ki böylesi bir yağmurdan hayatın her alanında arzu edilen ivme yakalanabilsin. Lakin bu sıçramayı henüz yakalayamadık. Niçin? Zannediyorum bunun üç önemli sebebi var. İlki eleştiri hakkımızı önce kendimizden başlayarak kullanmamamızdır. İnsan kendi kusurunu hardal tanesi gibi küçültüp başkalarının kusurunu koca bir dağ gibi görmemeli aksine koca dağı kendi kusuru olarak hardal tanesini ise başkasının kusuru olarak gördüğünde ve bunu da bir hayat felsefesi olarak kabul ettiği takdirde hem enfüsi dairede kendinle barış içinde olur hem de afaki dairede yaptığı eleştirinin bir kıymeti harbiyesi olur. Yapılan tenkitlerden netice alamadığımızın diğer bir sebebi toplum olarak eleştiriden gereken dersleri çıkaramamamızdır. Her yapılan eleştiride art niyet aramak, alınganlık göstermek bizi geliştirmez. Yine eleştiriden istenen neticeyi alamamamızın bir diğer önemli nedeni ise eleştiri yapmayı tam olarak bilmiyor olmamızdır. Eleştiri nedir, nasıl yapılır, niçin yapılır ve neden yapılmalı sorularının cevaplarının üzerinde pek kafa yorduğumuzu söyleyemeyiz. İşte top yekûn bu gerçekleri ıskaladığımız için eleştiriden maalesef istenilen neticeler elde edilememiştir.
Eleştiri yaparken asıl amaç faklı niyet beslemeden, ön yargı cenderesine düşmeden daha iyinin, daha güzelin peşine düşmek olmalıdır. Toplumda böyle bir havanın olduğunu söyleyemeyiz. Maalesef çağımızın hatırı sayılır aydınları insanları yermekten, yenmekten haz duyan, üste çıkmayı marifet bilen egosantrik kişiliğe sahip. Böylesi bir durumda esasen kimi eleştiri masasına yatırdığımızın pek de bir önemi yok. Önemli olan tam da eleştirirken nefsimizin tatmin olması ve bir takım kazançlar elde etmemizdir. Oysa olması gereken eleştiriye maruz kalan insanların söyledikleri sözlerin ne zaman, ne maksatla, hangi ortamda, hangi şartlar altında ve ne için söylendiğinin tespit edilmesidir. Kin, garaz ve bir takım menfaat mülahazalarıyla eleştiri yapılmamalı, iyi niyet asla terk edilmemelidir. Amaç “bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek” olmalıdır. Aksi halde yapılan her eleştiri hem eleştirene hem de eleştirilene zarar verebilir. Tenkit dairesinin dışına çıkmadan, kalpleri yaralamadan, insanları rencide etmeden, dini, vicdani, hukuki ve insani ölçüler hesaba katılarak söylenen sözler elbette dikkate alınmalıdır. Haddi zatında iyileştirmeye, geliştirmeye açık bu tür bir eleştiriye devletin en tepesinden işportacısına kadar herkesin ihtiyacı var. Şimdi ise asıl konumuzla bağlantılı olarak hoca ya da âlim sıfatlı herhangi bir zevatı eleştirirken dikkat edeceğimiz bazı hususlar şunlardır:
Birinci; eleştirileri rıza-i İlahi için olmalı. Maddi bir menfaat, bir çıkar ilişkisi olmamalı, televizyonlarda reyting uğruna eleştiri yapılmamalı, insanları alt etmek, onları yenmek, üstünlük sağlamak ya da başka saiklarla bu işe girişilmemelidir. İslam âleminde şöhret bulmuş birini eleştirerek şöhrete kavuşmak isteyenleri gördükçe üzülüyorum ve diyorum ki lütfen boşa kürek sallamayınız. Zira geçmişte değerli âlimlerimizle çok uğraşanlar oldu da bugün o salvolar saçanların ne unvanları ne mevkileri ne şanları ne de şöhretleri kaldı.
İkinci; eleştiren kişi eleştirdiği kişiye küfüv olmalı yani denk olmalıdır. Alanıyla ilgili eleştirdiği kadar yeterli bilgi ve donanıma sahip olmayan birinin sözleri pek nazar-ı dikkate alınmaz. Özellikle de hiçbir fikir çilesi çekmeyenlerin, hatta daha da ötesi klavye başında hocalık yapanların eleştirmesi ne kadar doğru bir davranıştır.
Üçüncüsü; İnsanları eleştirirken mümkünse has isim kullanmamak çok daha önemlidir. Toplum olarak eleştiri oklarımızı direk muhatabımızın göğsüne saplayarak öldürmekten nedense zevk alır hale geldik. Fiilden ziyade şahısların hedef alınmasının bir fayda getirmediğine koca yıllar şahittir. Bir âlime karşı hürmetsizlik yapılması en başta onlara tabi olanları rencide eder ve toplumdaki gruplarının birbirlerine olan muhabbetlerinin adavete dönüşmesine sebebiyet verir. Aralarındaki dayanışmayı, ittifakı zedeler, husumeti körükler. “Allah’a ve Resûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de rüzgârınız( kuvvetiniz) gider…” (Enfal Suresi 46. Ayet)
“Keskin sirke küpüne zarar verir.” Atasözünden hareketle sert ve ölçüsüz eleştiriler uzun vadede kişinin kendisini de yer bitirir. Kur’an, bize insani ilişkilerimizde mutedil bir dil kullanmamızı tavsiye eder. “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette(onlar) etrafından dağılırlardı…”( Ali İmran/159)
Bugün bazı köşe başlarını tutan, yazarların ya da hoca sıfatlı insanların konuşmalarına baktığınızda eleştirmedikleri bir Allah dostu yok gibidir. İslam’ın göz bebeği olan ve bu millete mal olmuş ne kadar ehlisünnet âlimi varsa hepsini hedef tahtasına oturtmaktan asla çekinmemişlerdir. Sanırsınız ki bütün âlem yanlış yolda da bir tek kendileri doğru yoldadır. Ne yazık ki bu fütursuz güruhun kendi günahlarının avukatı, başkalarının kusurlarını ortaya dökmede ise bir savcı kadar mahirdirler. Üstadın bazı tevile muhtaç sözlerinden yola çıkarak onu hâşâ şirkle, peygamberlik iddiasıyla, ajanlıkla ve daha bir sürü ipe sapa gelmez hezeyanlarla, iftiralarla itham etmenin ne vicdanla, ne dinle, ne de insaniyetle bir ilgisi vardır. Toplum olarak nasıl bu hale gelebildik anlamak zor doğrusu. Oysa geçmişimizde öyle örnekler var ki gıpta etmemek elde değil. Ecdadımız bırakın hata bulmayı olan hatayı bile örtmede hassas davranmıştır. Bir misal verelim.
Geçmişte Âsam isimli bir veli varmış. Âsam sağır demek. Yalnız ismi Asam değil sonradan kendisine verilen bir sıfat… Huzuruna bir kadın gidiyor ve başlıyor anlatmaya derdini. Dertli kadın bağıra bağıra konuşuyor ve bu arada ihtiyatsızca kadından çirkin bir söz çıkıyor. Eriyor kadın, dünyaya geldiğine pişman, hicabından eriyor. Âsam, hiç bir şey sezmemiş gibi duruyor ve kadına diyor ki: “ Hanım hanın bağıra bağıra konuş ben sağırım! İşitmiyorum.”
Çirkinliği örtmedeki misale bakar mısınız? İşte İslamiyet budur gidip de herkesin en mahrem hayatını, en gizli sırlarını ifşa edip ortaya dökmek değildir. Mevlana şöyle der: “Allah bir insanın perdesini yırtmak isterse temiz insanlara tan ettirir. Yani kötüler. Allah bir insanın kusurlarını örtmek isterse onu başka hakkında konuşmasına mani olur.” Muazzam bir ölçü. Eleştiri budalasına dönen insanların kulakları çınlasın. Eğer bizler birileri hakkında konuşuyorsak bu konuşmamızın ucunun nereye uzandığını bilmemiz gerekir.
Bahse konu olan üstadın eserlerini taharri ettiğinizde baştan sonra bütün mesaisini iman üzere hasrettiğini göreceksiniz. “Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”[1]
Üstad kendisine yapılan bunca haksızlığa rağmen şahıslarla uğraşmaktan uzak durmuştur. Kur’ani ve peygamberi bir ahlakta bunu gerektirir. Bediüzzaman’ın kilitlendiği tek nokta bu millet nasıl istikamet üzerinde yürür, nasıl imanını muhafaza edebilir, nasıl ebed-ül âbâd yolunda selametle ilerleyebilir? İşte bütün derdi budur. Sözler uzadı, okuru sıkmamak için üstada yapılan önemli birkaç eleştiriyi inşallah bir sonraki pazara bırakalım.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat