Dört ayağımın üzerine düşmem hayatta kalmamı sağlamıştı. Yalnız gözümden ve burnumdan akan kanlar ağzıma giriyor, nefes almamı zorlaştırıyordu. Sahibimle birlikte evin en küçüğü de aşağıya inmişti. Bir çocuğun böyle bir manzaraya şahit olması hiç de iyi olmamıştı. Allah’ tan sitenin önüne gelen servis aracı bu dramatik duruma daha fazla izin vermemiş, servis şoförü, Hasan’ı gözyaşları içerisinde alıp okuluna götürmüştü. Sahibim, telaştan aşağıya inerken çantamı getirmeyi unutunca kucağında arabaya bindim. Veteriner kliniği evimizin diğer sokağında olmasına rağmen yollar bana başka bir şehirdeymiş gibi uzun geliyordu. Yoldaki kesik beyaz çizgileri bir bütün olarak görüyordum. Işıklar ve renkler silinmiş gördüğüm her şey bulanıklaşmıştı. Dışarıdaki araba sesleri canımı acıtıyordu. Veterinerden içeri girdiğimde annemin ağlayarak söylediği ilk sözü, “Hocam, Minnoş balkonumuzdan düştü.” oldu. Hekim, tek derdim buymuş gibi, “Minnoş mu ismi?” diye sordu yüzünü ekşiterek.
Niye yalan söyleyeyim yüzünü ekşitmekte haksız da sayılmazdı. Hiç de sevmemiştim bu ismi. Yeni evime geldiğim ilk günü ailem bana isim koymak konusunda tartışıyorlardı. Sahibim, ismimin ısrarla Müezza olmasını istiyordu. Müezza bir Habeş kedisiydi. Peygamberimiz Uhud seferi sırasında ordusunun önüne yavrucaklarını emziren bir kedi çıkınca, kedinin ve yavrularının ezilmemesi için başlarına bir nöbetçi dikmiş, koca orduyu da kedinin etrafından dolaştırmış, sefer dönüşü de nöbetçiden o kediyi isteyerek sahiplenmişti. Bu isim ne yazık ki aile üyelerinin diğerleri tarafından telaffuzu zor olduğu gerekçesiyle kabul edilmemişti. Herkes bir isim söylüyor, fakat bir türlü anlaşamıyorlardı. Nihayet bir hafta sonra ne yapacakları konusunda ortaklaşa bir karara varmışlardı. Alınan karar doğrultusunda herkesin belirlediği isim kâğıtlara yazılıp ardından kura çekildi. İsimler şunlardı: “Paşa, Minnoş, Sofia, Çerez, Pamuk.” İçimden kurada, “Paşa çıksın” diye dualar ediyordum. Ne de olsa soylu bir kediydim. Ama ne soyluluğum ne de ettiğim dualar kabul görmüştü. Kuradan çıkan ismime zamanla alışmaya çalışsam da evimize gelenlerin pek alıştığı söylenemezdi. Her gelen, “İsim kıtlığı mı var?” “Başka isim bulamadınız mı?” “Minnoş da ne?” “Bu bir kız ismi.” gibi bir takım şakayla karışık sitemlerini dile getiriyorlardı. Şimdi aynı sitemi hekimde yapıyordu. Üstelik canımla savaş verdiğim bir sırada. Hekimim, yanına iki yardımcısını da alarak beni muayene odasına götürdü. Önce eliyle sırtıma dokundu. Ön ayağımdaki sağ patime elini vurduğu sırada var gücümle bağırmaya başladım. Ayağım incinmiş daha da kötüsü kırılmış olabilirdi. Hekim, görünürde kırığımın olmadığını söyleyerek bir nebze içimi rahatlatmıştı. Ancak iç kanama geçirme tehlikesine karşı sol patimin üstündeki tüylerimi traş edip iğneyi vurdular. Köpüksüz, kuru bir traş canımı fazlasıyla acıtmıştı. Çığlıklarımı duyan ailem muayene odasına dalınca hekimim, her zamanki soğukkanlılığıyla onlara telaşlanacak bir şeyimin olmadığını söyledikten sonra sahibime döndü: “Hocam, iç kanamayı durdurmak için bunu yapmamız gerekirdi. Kırk sekiz saatimiz var. Minnoş masada da kalabilir kalka da bilir. Her şeye hazırlıklı olmalısınız.” dedikten sonra ekledi. “Şimdi Minnoş’u yoğun bakım ünitesine almamız gerekiyor. Orada belirli bir süre kaldıktan sonra röntgen filmini çekeceğiz.”
Artık yoğun bakım ünitesindeydim. Badem gözlerimin yerine aklar dolmuştu. Kimseyi göremiyordum. Gözlerime ne olduğunu merak ederken hekimim yine zamanında davrandı: “Telaş etmeyiniz.” dedi, aileme. “Kedilerin tehlike anında gözlerine perde inmesi gayet doğal. Birkaç gün içinde kendiliğinden düzelir.” Bu ifade yüreğime su serpmiş olsa da sonrasında eklediği cümle tüm umutlarımı bitirir mahiyetteydi. “Bizim için asıl tehlike iç kanama ve maalesef bu da henüz geçmiş değil.” İki saat yoğun bakım ünitesinde kaldıktan sonra röntgenimi çektiler. Filmde önemli bir şeyim gözükmüyordu. Yalnız akciğerlerimin bir bölümünde kısmi bir hasar oluşmuştu. İlaç ve serum tedavisine beş gün boyunca devam edecektim. Tabi ilk kırk sekiz saati atlatabilirsem. Beni tekrar yoğun bakım ünitesine götürdüler. Vücut ısımın istikrarlı bir şekilde kalması ve olası bir operasyon sonrası sıcaklığımın düşmemesi için burada kalmam gerekiyordu. Hastalığımdan bu yana annemin devamlı yanı başımda olması bana güç veriyor, kendimi her zamankinden daha çok güvende hissediyordum. Kaç saattir bir şey yiyip içmemiştim. Başka zaman olsa açlık komasına bile girebilirdim.
* * *
Bir keresinde evde tek başımaydım. Sahibim, annesinin göz iğnesini yaptırması için doktora götürmüştü. Doktor, ameliyata girdiği zamanlarda bu iş daha geç vakitlere kadar sarkabiliyordu. Annem, gezmedeydi. Gittiği yer umumiyetle ablasının evi olurdu. Çocuklar da okuldaydılar. Önceleri evimizde mutlaka birileri yanımda olurken bu kez yapayalnız kalmıştım. Yalnızlıktan korkuyordum. Korkumu yenmek için yerimde duramıyor bütün odalara girip çıkıyordum. Televizyonun bulunduğu odadaki tırmanma aletine çıktım. Burada epey oyalandıktan sonra koltukların üzerinde tepinmeye başladım. Evimizin uzunca olan koridorunda defalarca koşarak gidip geldim. Tüm bu aktiviteler beni hem yormuş hem de acıktırmıştı. Mama kabım çocukların odasındaydı. Oraya koştuğumda hayal kırıklığına uğradım. Evdekiler normalde bir yerlere gittiklerinde su ve mama kabımı doldururlardı, anlaşılan bu kez bu işi birbirlerine havale ettiklerinden mamamı doldurma görevi ortada kalmıştı. Açlığımı bastırmak için uyumam en akıllıca olanıydı. Bu arada bizimkiler de gelmiş olurlardı. Bir ses duyabilirim ümidiyle kapıya yakın bir yerde uyudum. Uyandığımda değişen bir şey yoktu. Büyük ihtimalle akşamüzeri birbirleriyle sözleşip misafirliğe gitmiş olmalılardı. Açlıktan mideme ağrılar girmişti. Aklıma mamamın olduğu kiler geldi. Kilerin kapısı aralıklıydı. Ayaklarımla birkaç pati darbesiyle kapıyı açtım. Mamam ikinci rafta duruyordu. Sevinçten neredeyse havalara uçacaktım. İkinci rafa ulaşmam için önce birinci rafa zıplamam gerekiyordu. Birinci rafın yerden yüksekliği diğer zıpladığım yerlerden çok daha fazlaydı. En yüksek yer olan mutfağın tezgâhına bile birkaç alıştırmadan sonra ancak çıkabilmiştim. Buraya ulaşabilmem için galiba çok daha fazla bir çaba sarf etmem gerekiyordu. Kilerin orta yerinde durdum ardından var gücümle koşup zıpladım. Ne yazık ki birinci rafın yarısına bile ulaşamamıştım. Her denediğimde biraz daha yaklaşıyor fakat yine de sonuca ulaşamıyordum. Gücüm tükenince biraz dinlendikten sonra var gücümle zıplamanın daha mantıklı olduğuna karar verdim. Midemin gurultusuna aldırmadan bulunduğum yerde kıvrılıp uyudum. Bu arada ailemden birileri de gelmiş olurdu. Uyandığımda yine düşündüğüm gibi olmadı. Artık başımın çaresine bakmam gerekiyordu. Bu kez zıplarken yöntemimi değiştirmeyi denedim. Raflara en uzak bölgeye doğru gerisin geriye gittim. Sırtımı duvara dayadım. Kulaklarımı dikleştirdim, gözlerimi olabildiğince açtım. Derin bir nefes aldıktan sonra arka patilerimden güç alarak hızlı bir şekilde ileri doğru atıldım. Birkaç kavanozu yerinden oynatmış olsam da rafın üzerine zıplamayı başarabilmiştim. Stratejik bir hamlede bulunmam beni amacıma yaklaştırmıştı. İkinci rafa çıkmak çocuk oyuncağıydı artık. Arka ayaklarımın üzerinde dik durduktan sonra adeta bir lastik gibi uzayarak ön patilerimle rafa tutunup yukarı çıktım. Kuru mamam bir poşetin içerisinde ağzı bağlı olarak duruyordu. Bu iş de pek zor gözükmüyordu. Yapmam gereken sadece dişlerimle poşete küçük ısırıklar atmak ve pençelerimle poşeti kendime doğru çekmekti. Yalnız öyle acıkmıştım ki poşeti hızlı bir şekilde çekmemle mamalar kilerin her tarafına dağılmışlardı. Üstelik patilerim mamamı yere düşürmekle kalmamış poşetin yanındaki un olan cam kavanozu da yere düşürüp kırmıştı. Karnım doymuştu doymasına ama yerdeki un ve mama kilerin her tarafına dağılmıştı. Azar işiteceğim kesindi. Belki de daha da kötüsü kimsesiz hayvanlar barınağına verilecektim. Aslında tüm bu kepazeliklerin sorumlusu ben değildim. Ailem, gerekli tedbirleri almış olsaydı elbette ki başıma bunlar gelmeyecekti. Odama geçtiğim sırada kapı anahtarının sesini duydum. Başka zaman olsa bir çırpıda koşarak yanlarına gelir, üzerlerine fırlardım. Burada beklemek galiba en akıllıca olanıydı. İçeriye ilkin annem girdi. Her zaman yaptığı gibi “Minnoooş” diye seslenerek odama kadar geldi. Tabağımın boş olduğunu görünce başımı okşadı. Bu iyi bir gelişme sayılırdı. En azından kabahatimin haklı bir mazereti oluşmuştu. Yalnız kadıncağızın mutfağa girip bağırmasıyla mazeretimin bir işe yaramadığını anlamıştım. “Minnoooooş!” Bu sesle her gördüğüm eşya titriyor gibiydi. Koltuğun altına girip saklandım. Annemin öfkesi dinene kadar da oradan çıkmadım. Azar işitmiş olsam da kimsesizler barınağına gönderilmediğimden dolayı kendimi şanslı hissediyordum.
* * *
Yoğun bakımda kalışım dört saati aşmak üzereydi. Ağzımdan ve burnumdan kan pıhtıları çıkıyor, karnım şiddetli bir şekilde ağrıyor, ayaklarımsa nazik vücudumu daha fazla taşıyamıyordu. Gözlerimi kaybetmek üzereydim. Kulağım eskisi gibi işitmiyordu. Diğer kedilerin ve insanların seslerini boğuk bir şekilde duyuyordum. Oysa önceden her sesi en ince teferruatına kadar fark ederdim. Mesela ayı anda Hasan’ın gitarının, Said’in ders çalışırken şıkları işaretlediği kaleminin, mutfaktaki poşetin sesini, penceredeki sineğin vızıltısını rahatlıkla birbirinden ayırırdım. Fakat bu kadar iyi duymanın kötü tarafları da vardı kuşkusuz. Son dönemde sahibimin eniştesi vefat etmiş, dayısının da hastanede yattığını telefonda konuşurken öğrenmiştim. Ortanca oğlunun diyabet hastalığını sadece duymamış, aynı zamanda görüyordum da. Çocukcağız novorapid iğnesini sabah, öğlen ve akşam yemeklerinden beş dakika önce lantus’u ise gece yatarken vuruyordu. Keşke elimden gelseydi de bu genç delikanlıya yardım edebilseydim. Televizyondan duyduğuma göre aslında şeker yönetimi gibi bu zor işler, bizler farkında olmadan Allah’ın vücudumuzda yarattığı pankreas marifetiyle yapılıyordu. Pankreas, tüketilen besinlerden elde edilen glikozun kanda olması gereken seviyelerde kalmasını sağlayan bir organ olduğunu sonradan öğrenecektim. Kaldığım yuvamda sadece hastalıklara değil, bazen aile içi tartışmalara da şahit oluyordum. Böylesi durumlarda köşe bucak kaçar, özellikle de yatak odasında rulo haline getirilmiş kullanılmayan bir halının tepesine çıkar, onların seslerini duymamaya çalışırdım. Belirli bir oranda duymamanın ve görmemenin büyük bir rahmet olduğunu böylesi durumlarda daha iyi anlamıştım. Kırık çıkığım olmasa da nefes almakta zorlanıyordum. Akciğerim hasar görmüş, kaburgalarım incinmişti. İç kanama riskiyse hâlâ devam ediyordu. Yoğun bakım ünitesinde kaldığım şu saatlerde istediğim tek şey uyumak ve her şeyi unutmaktı. Ne neşeyle oyunlar oynadığım günleri ne de malum balkondan düştüğüm anı hatırlamak istiyordum. Ağrılarımdan dolayı uyuyamasam da ağrı kesicilerin etkisiyle bir süre sonra kendimden geçtim. Uyandığımda evimdeydim, hem de puf puflu yatağımın içinde sahibime gülümserken.
Necati İLMEN
Not: Yaşanmış bir hikâyenin kahramanı sonraları balkondan bir kere daha düşecek, bu yetmezmiş gibi bakım evine giderken bir köpeğin saldırısına uğrayacaktır. Ancak tüm bunlara rağmen yeni yuvasında sağlıklı bir şekilde yaşamaktadır. Minnoş’a nice yıllar diliyorum.