“ Zen merde, civan pire keman tirine muhtaç
Eczâ-yı cihan cümlesi birbirine muhtaç”
Basiri
Kadın, erkeğe; genç, yaşlıya; keman, yayına muhtaç diyen şair neticede herkesin şifasını bulduğu şu cihanda birbirine muhtaç olduğunu belirtir kestirmeden. Muhtaç olmamak yaratıcı olmanın bir gereği ise muhtaçlıkta yaratılan olmanın bir gereğidir. Allah’ın hiç bir şeye muhtaç olmaması “Es- Samed” isminde karşılığını bulurken mahlûkattaki tecellisi ise her şeye muhtacın hiç bir şeye muhtaç olmayandan istemesi şeklinde tezahür eder. Hakikaten insan ya da sair canlılar bir birine muhtaç mıdır? Yoksa şair laf cambazlığı yahut mübalağa mı yapmıştır?
Ne laf cambazlığı ne de mübalağa vardır bu sözde. Hatta kendimizden başlayarak gördüğümüz, yaşadığımız, duyduğumuz, algıladığımız her hadise bizlere gösteriyor ki şair az bile söylemiştir. Gerçi sözlerini bir kemanın bile yayına muhtaç olduğunu belirterek ifadesine muhteşem bir kuvvet katmış olsa da muhtaçlığımızı belirtmede yine de kifayetsizdir.
Evet, görüyoruz ki hava, suyun; su, toprağın; toprak, bitkinin; bitki, canlıların elinden tutuyor, imdadına koşuyor. Demek ki muhtaçlığın Hazreti Âdem’den bu yana hatta ondan da önce varlıklar arasında hükmünü hep icra ettiğini anlıyoruz.
Sözüm ona bazı zenginlerin hatta üç beş kuruş kazanan bazı insanların ağzından hiç kimseye muhtaç olmadıklarını hatta başkalarının kendilerine muhtaç oluğunu duymak garibime gidiyor. Zira muhtaç olup olmamayı sadece maddi rızık derekesine indirmek beni hakikaten üzüyor. Kaldı ki o rızıkta bile ihtiyaç devamlı olduğuna göre ve ihtiyacı icat edemediğimize göre muhtaçlıkta her daim devam ediyor demektir. Haddi zatında mahlûkatın belki de asıl muhtaçlığı manevi rızıkta değil midir? Ruhumuzun açlığı mide açlığımızdan daha fazla.
Bizler duaya, zikre, namaza hâsılı ibadete muhtacız. Bizler tefekküre, ilme muhtacız. Bizler görmeye, duymaya, hissetmeye, ilgiye, sevgiye muhtacız. Hakiki dostun dostluğuna, kabirdeki huzura; sıratı geçecek ayağa; mizanı aşacak tartıya; cehennemden kaçışa; cennette varışa; eskimeyen bir yüze; hastalıksız sağlığa; zahmetsiz rahmete; ülfetsiz aşka; yelkensiz gemiye, kanatsız kuşa hulasa fanisiz bir ebede muhtacız.
“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah”
Ziya Paşa
Bizlerin en fazla ihtiyaç duyacağı değerlerden biridir doğruluk. Bu önemli vasıftan maalesef yoksun olduğumuzu belirtmem bile gereksiz.
İslam ülkelerinde doğruluğun bini bir para değerinde. Bir yerde işlerinizi yalanla, dolanla yönetmek bir sanat, bir maharet sayılıyorsa durumumuz hakikaten vahim demektir. İslam âlemi henüz sadakat ve doğruluk gibi birbirinden ayrılmaz bu iki kavramın ne derece önemli olduğunu idrak edebilmiş değil. Oysa peygamberimiz doğruluğun önemini en kötü hasletlerle bile kıyas ederek bir değerlendirme yapar aslında. Şimdi çoğumuzun bildiği o olayı hatırlayalım.
Ebu’d-Derda ile Resulullah (a.s.m) arasında şöyle bir konuşma geçer:
“ Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?”
“Evet, bazen olabilir.”
“ Peki, mümin zina edebilir mi?”
“Ebu’d-Derda hoşlanmazsa da evet!”
“Peki, mümin yalan söyler mi?
Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.”
Doğruluk imanın, yalan ise küfrün temel rüknüdür. Zira varlıkların, varlığını var edeni var kabul etmemek koskoca bir yalandır. İşte Allah’ı inkâr eden biri daha işin başında yalana tevessül ederek büyük bir cinayet işlemiş olur.
Peygamberimizin yalanı diğer büyük günahlarla kıyas etmesini bu kötü hasletin bir Müslüman’ı nereden nereye kadar götürebileceğinin bariz bir işareti olarak kabul edebiliriz. Yoksa hâşâ diğer günahları küçük görme gibi bir durum asla söz konusu değildir. Kurandaki Mümin suresinin 28. Ayetinin son kısmı peygamberimizi destekler mahiyettedir. “… Allah, aşırılığa sapmış, yalancı kimseyi doğru yola ulaştırmaz.” O halde doğruluk imanın, yalan küfrün şiardır. Doğrulukta zirve Hazreti Ebubekir ile yalancıların hocası Müseyleme-i Kezzab’ı doğu-batı gibi bir birinden ayıran tam da budur. Birine sıdkın bayraktarlığı nasip olurken diğerine ise küfrün sefilliğinde debelenmek düşmüştür. Tabiri diğerle yalan ve doğruluk aydınlık ve karanlık gibi birbirinden ayrılan iki önemli haslettir. Ve bunlar hiçbir zaman bir kalpte cem olunamaz. Biri varsa kalpte diğeri orayı usulca terk eder. Doğruluğu tüm iyi meziyetlerin, yalanın ise tüm kötü hasletlerin besleyicisi olarak kabul edebiliriz. O halde küfrün bir yapı taşı olan yalandan uzak durmamız dinimizin bir gereğidir. Toplumun mayası sadakat ve doğruluktur. Bu iki kelime ile maya çalınmazsa o toplum çözülmeye ve çürümeye doğru gider. Bazen olur ki söylediğimiz bir yalanla yaptığımız bir işten sıvışmış gözükebilir, ya da kazançlı olduğumuz vehmine kapılabiliriz. Yalnız unutulmamalı ki hakikatte zararlı çıkan hep biz oluruz. Hiç kimse bilmese dahi şayet bir vicdan taşıyor isek söylemiş olduğumuz yalanların ruhumuzu paralamaya, eritmeye yettiğini belirtmemiz gerekir. Oysa dürüstlük ve doğruluk her zaman kazandırır insana. Dünya işlerinde bile dikkat ederseniz işini veçhi layıkıyla en doğru bir şekilde yapanlar kısa vadede olmasa bile uzun vadede hep kazançlı çıkmışlardır. Düzenbazlar, sahtekârlarsa bu dünyada bile zillet içerisinde yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Doğruluk ve yalanı sadece söze indirmek meselenin künhüne tam olarak vakıf olmadığımızı da gösterir ayrıca. Bir mahsulün geçtiği aşamalardan tutunda bir imalatçının yaptığı bir pastanın karışımına haram karıştırmasını da doğruluğun aksine yapılmış bir hareket olarak kabul edebiliriz. İşin doğrusu, sözün doğrusu, özün doğrusu çok önemli. Bu mesele çok su götürür her ne ise…
“Eylesem ağlayarak âh ile eflâk yanar
Su yanar nâr yanar, bâd yanar, hâk yanar.”
Osman Nevres Efendi
Ağızdan samimiyetle çıkan bir “ah” ile dünya yanar. Dünya ile birlikte su, ateş, toprak yanar. Hatta samimi bir “ah” ile Rabbinin sana karşı gazap ateşi bile varsa erir gider. “ahın” onun rahmetine vesile olur. Samimiyet, bazen canı gönülden el açıp dua etmektir. Bazen hulûs-u kalp ile yapılan tövbe-i nasuhtur. Bazen nedamet edip, gözyaşı dökmek, ahu vah etmektir. Bazen niyettir. Bazen alın teri, göz nuru dökmektir. Bazen eller nasırlaşıncaya kadar çalışmaktır bağda, bahçede. Bazen bütün bunlardan geçip kapıların kapandığı, çarelerin tükendiği ızdırari bir hâle duçar olmaktır. “Din samimiyettir.” der peygamberimiz. Bu bahsi biraz açmak gerekir zannımca. Din doktrinin içerisine imanın ve İslam’ın rükünlerinin hepsi girer. Bunları kayıtsız şartsız kabul etmektir samimiyet. Din hususunda “acaba” sorusunu lügatimizden çıkarmak, sadakatle bağlanmaktır samimiyet. Zira din, öğrenmekle kemal bulacak bir Coğrafya kitabı ya da Matematik kitabı değildir. Bu sözlerimizle ilmi yabana attığımız sakın anlaşılmasın. Lakin salt dini öğrenmekle ahlak terakki etmiş olsaydı, şeytanın en birinci mürşit olması icap edecekti. Hikmete dönüşmeyen bir öğrenme nimet olmaktan çıkar nıkmete dönüşür. Hulasa şunu söylemek isterim ki peygamberimiz, “Din samimiyettir.” derken kanaatimce bildiği ile amel etmeyi, sözleriyle eylemlerinin tutarlı olmasını öğütlüyor olmalıdır. Aksi takdirde kalp bir başka yerde, akıl bir başka menzilde bir birlerinin özlemini duyarak yanıp kavrulurlar.
Samimiyetin kavram olarak ne olduğunu izah ettikten sonra bu kez samimi insanların kimler olduğu sorusu tedaî-i efkâr nevinden aklıma gelmekte. Doğrusu bu iş için bir laboratuvar çalışması yapmadım. Sanırım gerek de yok. Samimi insanları alınlarından tanırsınız. Jestleri, mimikleri, tavırları, duruşları, gülüşleri, susuşları, konuşmaları ele verir onları. Tabi oluşları başlarına onulmadık işle açar bazen. Zira onlar hayatı bir satranç taşı gibi görmezler. Hissiyatlarını gizleyemezler. Niyet okumaz, ajanda tutmaz, maske takmazlar. Her daim gardını almış bir hayat yaşamazlar. Her şeyden cımbızlayarak bir şeyler çıkarmazlar. Yargılamaz, somurtmazlar. Taassup nedir bilmezler. Egodan uzaktırlar. Eleştirilmekten korkmazlar. Risk taşırlar, hata yaparlar, düşer, kalkarlar. Lakin her şeye rağmen içtendirler. Heybelerinde şefkat ve merhamet hiç eksik olmaz. Sevgi dolu, dost canlısıdırlar. Bazen bir Napolyon edası sezersiniz tavırlarında. Bir çocuk gibi doğal davranışlarına da tanık olursunuz bazen. Komik hallerini anlatmaktan da gocunmazlar hatta haz bile aldıkları olur. İyi bir dinleyicidirler. Anlarlar, anlaşılırlar. Güven verirler kuşlara bile… Hürriyete âşıktırlar. Azim ve gayret abidesidirler. Niçiniyle, nasılıyla uğraşmazlar işin. Hedefe kilitlenirler hedefe ulaşamasalar bile…