Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı, Hz. Meryem ile ilgili sarf edilen sözler ile Hz. Peygamber’in babası ile ilgili bir kitapta yer alan ifadeler hakkında açıklama yaptı. Konunun kamuoyunda nasıl yankılandığını takip etmeye çalıştım. Gösterilen tepkiyi abartılı bulan bir yazıda geçen bazı ifadeler dikkatimi çekti. Yazar, kamuoyunda tepki toplayan çıkışlarıyla meşhur bir akademisyenden söz ediyor ve tenkitçilerinin kendisinin ortaya attığı sorulara makul cevap veya düşünce üretemediklerini söylüyor. Okurken aklıma şu soru geldi. İlahiyat fakülteleri din ile ilgili “soru üretme merkezleri” midir? Kimse kusura bakmasın. İlahiyat fakülteleri din ile ilgili soru üretim merkezleri de şüphe üretim merkezleri de değildir. Üretilen şüphelere kim daha iyi cevap veriyor, yarıştırma yerleri de değildir. Bu durumda “İlahiyat Fakülteleri din ile ilgili soru ve şüphe üretmek için mi kuruldu” sorusu da akla gelir. Bugün geldiğimiz noktada dini yüksek tahsili yeniden düşünmemiz gerektiğini ifade edelim. Dini temsil eden bir kurum olarak Diyanet’in açıklama yapmak zorunda kalmasını bir veri olarak kabul edersek geldiğimiz noktada “hiçbir sorun bulunmuyor, çok iyiyiz” denilebilir mi? Ortada üstü örtülemeyecek bir durum vardır. Sarf edilen söz ve yazılan yazılar ile ilgili olarak önemli bir usul kaidesi olması gerekir. Maksadı aştığı düşünülen söz, hangi bağlamda söylenmiştir? Siyak ve sibakı nedir? Sözün sahibi olan kimsenin hayrını murad ederek sarf ettiği söze nasıl yaklaşabiliriz? Biz usule aykırı hareket edecek değiliz. Bir usule göre davranmayı hocalarımız öğretti. Usul olmadan vusulün de olamayacağını hocalarımızdan öğrendik. Fayda getirmeyecek tartışmaya girmeden “bizim hocalarımız farklıydı” diye sözü bir yere getirmeye çalışacağız.
Geldiğimiz noktada her şey gibi insanımız da kurumlarımız da değişti. Köprünün altından çok sular geçti. Girdiğimiz hızlı değişim sürecinden ilahiyatçılar da nasibini aldı. 80’li yıllarda İlahiyat Fakültesi bitirmiş biri olarak değişimi anlatmak için “bizim talebelik zamanımızdaki hocalarımız” diye başlayan bazı notlarımı paylaşmak istiyorum. İçerikle ilgili tartışmaya girmek yerine bu yolu tercih ediyorum. Hocalarımızda gördüğüm olumlu özellikleri samimi duygularımla saymak istiyorum. Bunları sayarken dolaylı olarak anlatmak istediğim şeyleri okuyucumun takdirlerine bırakıyorum. “Bizim zamanımızda hocalar” derken sadece İlahiyat Fakültesindeki hocalarımı değil, İmam Hatip’ten etkilendiğim hocaları da kastediyorum.
Bizim hocalarımız yüzlerine bakıldığı zaman Allah hatıra gelen kimselerdi. Mütevazı bir hayatları vardı. İslam’ı yaşamaya büyük önem verirlerdi. İhlas ve samimiyet yüzlerinden okunurdu. Derse geldiklerinde içimizi bir heyecan kaplardı. İnsanla İslam arasına giren engelleri kaldırmak gibi bir hedefleri her zaman olmuştur. Dindar nesil yetiştirme olarak nitelenebilecek hedefleri her zaman vardı. İmam Hatip ve İlahiyat’ları toplumu İslamlaştırma projesi olarak düşünürlerdi dersek mübâlağa etmiş olmayız. Bizim talebeliğimizde hocalarımız dinin temel konularında duyarlılıkları yüksekti. İslam’ın aslını ve esasını imajına kurban etmezlerdi. İslam’ı başkalarına sevdirelim diye temel dînî çekincelerin örselenmesine müsaade etmezlerdi.
Bizim hocalarımız ilahiyat öğrencisinin dini yaşamasına önem verirdi. Tebliğ ve temsili birbirinden ayırmazlardı. İkisinin de gerekli ve birbirini tamamladığını düşünürlerdi. İbadeti ve takvayı, ahlaktan ayırmazlardı. İbadet ve takva hassasiyeti bulunmayanlara, bulunanlardan daha büyük itibar göstermezlerdi. Dini yalan söylememek ve dürüst olmakla eşitlemezlerdi. Takvayı hafife almaz ve hafife alanlara iyi gözle bakmazlardı. İbadetsiz ve takvâsız sadece lafızlara ve kuru aidiyete dayalı bir dindarlığı kabul etmezlerdi.
Bizim hocalarımız Hz. Peygamber anıldığında gözleri dolardı. Hz. Peygamber’in alelade bizim gibi insan olduğu söylemine hoş bakmazlardı. Resul-i Ekrem’in insani özelliklerini sayayım derken nebevi yanının görmezden gelinmesini kabul etmezlerdi. Onlar sahabeyi anlatırken alelade bir insanı anlatır gibi anlatmazlardı. Sahabe arasında cereyan etmiş siyasi ihtilaflara büyüteç tutup, onların itibarıyla oynama cihetine gitmezlerdi.
Bizim talebelik zamanımızda hocalarımız Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’ı mezheplerden bir mezhep, fırkalardan bir fırka gibi anlatmazlardı. İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve İmam Şâfiî gibi âlimlerden söz ederken heretik bir akımdan bahsediyormuş gibi “ehl-i hadis” tabirini kullanmazlardı. Ehl-i sünneti ümmeti Muhammed’in sessiz çoğunluğu, ana omurga, cadde-i kübra sevâd-ı azam gibi kelimelerle anlatırlardı. Bizim hocalarımız mezhep imamlarına büyük bir saygı gösterirlerdi. Mezhebi ümmetin “sosyolojik olarak zorunlu bir iç disiplini” olarak görürlerdi.
Bizim hocalarımızın öğrencilerinden beklentileri büyüktü. Branşları ne olursa olsun İlahiyat öğrencisinin Kur’an-ı Kerim dersinde zayıf olmasını asla kabul etmezlerdi. Mutlaka bütün öğrencilerin imamlık yapacak seviyede Kur’an kıraati bilgi ve becerisine sahip olmalarını isterlerdi. Ayrıca Arapça’yı dillerden bir dil gibi görmezlerdi. Arapça öğretiminde hedefleri şakır şakır konuşmak değildi. Gerektiğinde sözlük yardımıyla önümüze gelen ibareyi çözmek Arapça öğretiminin en önemli hedefiydi. Âyetleri anlamak, hadisleri anlamak, İslam’ın temel kaynaklarını anlamak öğrencilerin önüne koydukları bir hedefti.
Bizim hocalarımız 5816 sayılı kanunun kapsamına giren hususlarda lehte aleyhte konuşmazlardı. Hocalarımız kanuna aykırı tek kelam etmezken, belirli hassasiyetlerden de taviz vermezlerdi. Mesela hiçbir hocamız “laiklik Türkiye’nin en büyük şansı” dememiştir. Özellikle Batı kaynaklı ve Türkçe tarifi de yapılmamış kelime ve kavramları ya hiç kullanmazlar ya da mecbur kaldıkça çok az kullanırlardı. Siyasî ve içtimâî konularda merhum Mehmet Âkif’i referans gösterirlerdi. Asrın getirdiği meseleleri de çözümlerini de Safahât’ında açıkladığını ifade ederlerdi. “Akıl da dini hükümleri nesh edebilir” gibi bir iddia ileri sürmezlerdi. “Biz artık kanunlarımızı semanın emirlerine göre değil, kendi ihtiyaçlarımıza göre yapacağız” demezlerdi. Cumhuriyet döneminde çıkartılan kanunlarda dinin ıskalanmasına razı ve hoşnut olmuş gibi bir halleri görülmezdi. Ancak dikkatli davranırlar, kanuna aykırı kelam etmeyi hoş görmezlerdi. Kendini tehlikeye atmanın dine hizmete de engel olacağını söylerlerdi. Onlara göre en önemli konu, dine hizmet kapısının kapanmamasıydı. Herkesin huzurunda yaptıkları konuşmalarda kelimeleri dikkatli seçmeye özen gösterirlerdi.
Bizim hocalarımız Türkiye’nin sosyolojisinde yer tutmuş geleneksel cemaatleri kötülemezlerdi. Fakat şunu söylemeyi de ihmal etmezlerdi: Tarikata girmek dinin olmazsa olmaz şartlarından biri değildir. Faydalı olan her eserin okunabileceğini söylerlerdi. Gazzâlî’nin İhyâ’sını muhakkak okunması gereken bir eser olarak görürlerdi. Kur’an-ı Kerim meâlini, Riyazu’s-sâlihîn’i baştan sona bitirmemiş öğrenciyi ilahiyat öğrencisi olarak kabul etmezlerdi. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili’ni kıymetli ve muhakkak okunup bitirilmesi gereken bir tefsir olarak görürlerdi. Risale-i Nur külliyatının da faydadan hâli olmadığını söylerlerdi. Hocalarımızın çoğunluğu bir cemaate mensup değildi. Ancak hiçbir zaman bir cemaate mensup olmayı “kafasını kiraya verme” ve “sürü olma” olarak nitelemezlerdi. Kişinin kendi yeteneklerini fark etmesi ve özgüvenle kendini her daim ifade etmesini isterlerdi ama “birey olmayı” bir kült ve tabu gibi savunmazlardı. Cemaatleşmeyi, sürüleşme olarak görmezlerdi. Pozitivist eğitim sistemine karşı halkın, nesillerinin dindar olarak devamını sağlamak için arayışlara girmesini tabii bir refleks olarak görürlerdi. Bizim hocalarımız cami cemaatine önem verirlerdi. Meslek, meşrep, dergâh ve mezhep dâhil tüm farklılıklarımızın orada eriyeceğine ve İslam kardeşliğinin orada tesis edileceğine inanırlardı. Bu kardeşliği tesis etmede imam efendinin donanımlı ve Müslüman şahsiyetini güzel temsil eden bir kimse olmasının pek ehemmiyetli olduğunu düşünürlerdi. Oturdukları eve en yakın cami hangisi ise gidip gelmeyi ihmal etmezlerdi. Onları çarşıda, pazarda, sokakta, hastanede insanların bulunduğu her yerde görürdünüz. Bizim hocalarımız cami cemaatinden ve halktan uzak kimseler değillerdi. Hocalarımızda televizyon kanallarına çıkayım, ismin duyulsun hevesi bulunmazdı. Bununla birlikte çok az sayıda bir topluluk bile olsa sohbet, vaaz ve ders tekliflerini geri çevirmezlerdi.
Bizim hocalarımız İslam âleminin müessif durumuna her dâim üzülürlerdi. Bu üzüntülerini ideolojiye dönüştürüp, sekülerizme meşruiyet alanı açmaya meze yapmazlardı. Her şey daha iyi olsun diye duâ ederlerdi. Her sıkıntının ardında bir ferahlık saklıdır, Rabbimiz ümmet-i Muhammed’e bir çıkış yolu gösterecek diye düşünürlerdi. Bizim hocalarımız içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumdan kurtulmada ithal ideolojileri kabul etme zorunluluğumuzun olmadığına inanırlardı. Onlara göre İslam’ın dışında yol arayanın sonu hüsrandı. İslam’ın da olmazsa olmazı da ümmet bütünlüğünün bozulmamasıydı. Her ne durumda olursa olsun, hangi coğrafyada bulunursa bulunsun bütün Müslümanları sevmek şarttı. Hocalarımız Türklerin tarihte İslam’a yaptıkları hizmetleri mefahirle anlatır, gözleri dolardı. Ancak İslam ümmetinden kopmuş bir Türklük tasavvurları olmazdı. Muhammed ümmetine âidiyetten hiç taviz vermezlerdi. Kendini İslam âleminin bir parçası olarak görmeme olarak nitelenebilecek bir halleri olmazdı.
Sonuç itibariyle bizim hocalarımız farklıydı. Onların kafaları da kalpleri de karışık değildi. Dini anlama ve yaşama biçimleri de örnek alınmaya layıktı. Hocalarımdan hâlen hayatta olanlara hürmetle selam eder, ellerinden öperim. Vefat edenleri rahmetle ve hayır duâlarımla yâd ederim.