Osmanlı devletinin duraklamaya ve gerilemeye başladığı tarihlerden itibaren hep yakındığımız bir husus vardır; o da sahada gösterebildiğimiz varlığı, masaya yansıtamamış olmamızdı.
Bu ise kaçınılmaz olarak büyük devlet, küresel güç olmaktan, küresel güçlerin oyun sahasına dönüşümün bir göstergesidir. Nitekim 1900-1920 arası yıllar itibariyle dünya haritasının değişimi incelendiğinde 1. Dünya Savaşının Osmanlı devletini paylaşmak için çıkarıldığını düşünmek için çok da fazla gerekçe aramamıza gerek kalmıyor maalesef.
Osmanlı orduları I. Dünya savaşında yedi cephede vuruştu: Kafkas ve Galiçya cephelerinde Ruslarla, Makedonya’da Yunan ve Fransızlarla, Çanakkale’de İngiltere, Fransa ve İtalya ile Filistin, Suriye ve Irak cephelerinde İngiliz ordularıyla.
Bu savaşlar Türkiye’nin küresel güçler diye tarif edebileceğimiz İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkelerle son kez yüz yüze çarpışmasıdır. Bundan sonra biz bunlarla değil, bunların taşeronlarıyla muhatap olur olduk. Söz gelimi batıda bizim düşmanımız aslında Yunan değildi, Yunanistan’ı sahaya süren İngiltere’ydi. Yine aynı şekilde doğuda artık düşman Rusya değildi, Rusya’nın sahaya sürdüğü Ermenistan gibi harici unsurlar ile PKK gibi dâhili unsurlar oldu. Yine dış politikada bize sataşanlar doğrudan büyük ülkeler değil, onların önümüze sürdükleriydi.
Bu ise bir cihette gelişmiş batılı ülkelerin Türkiye’yi eşit muhatap olarak görmemesidir. Tıpkı Osmanlı’nın dünyanın süper gücü olduğu 15. Ve 16. Yüzyıllarda batılı devlet başkanlarını padişaha değil sadrazama denk görmesi gibi. Bir çeşit büyüklüğün, üstünlüğün kabul ettirilmesi yani.
Geldiğimiz süreçte ise önce taşeronların aldıkları yenilgiler karşısında abilerine koşmalarına, böylelikle dış politikada ülkemizi sıkıştırma gayretlerine şahit olduk. Mesela Kuzey Irak’ta vurduk, ses Amerika’dan geldi; Kuzey Suriye’de Fırat hattında vurduk, ses Almanya, Fransa ve Rusya’dan geldi. Artık PKK, Yunan veya Ermeni kılığında büyük güçlerle savaş, yerini Amerikan, Rus veya Fransız kılığında taşeronlara bırakmıştır. Böylelikle kukla aradan çekilince kuklacı açığa çıkmak zorunda kaldı. Suriye’de YPG unsurlarının Amerikan askeri kıyafetleri giymesi veya araçlarına ve karargâhlarına Rus veya ABD bayrakları çekilmesi de bu zorunluluğun bir neticesidir.
Büyük devlet olmanın gereği düşmanın karşınıza çıkmaya cesaret edememesidir. Türkiye Amerikan, Rus veya Fransız kisvesine bürünmüş taşeronlar karşısında mücadeleden kaçınmayarak büyük ülkelerle boy ölçüşecek özgüvene sahip olduğunu göstermiştir.
Zaten biz Türkler, düşmanın görünür olanını severiz. Kurt gövdenin içine girmesin de karşımıza isterse aslan çıksın. Ayıboğan, Boğaç han gibi efsanevi karakterlerimiz bile düşman gözümüzün önünde olduktan sonra mücadeleden kaçmayacağımızın bir delili değil midir?
Libya ile imzalanan deniz yetki alanları anlaşmasını BM nezdinde tescil ettirerek Doğu Akdeniz davasında hakkını sonuna kadar savunacağı ve netice alabileceğini de göstermiştir.
Çünkü Türkiye, yaptığı tüm operasyonlarda önce uluslararası hukuka dayalı meşruiyet gütmüştür. Şimdi görünen tablo, Türkiye sahadaki meşru mücadelesini masada rahatlıkla yürütebilmektedir. Bu çarpışmalar neticesinde Türkiye meşru müdafaa pozisyonunda olduğu için karşıt ülkeler için yol ikidir; ya Türkiye’nin hakkı teslim edilecek, ya da uluslararası hukuk yok sayılarak açıkça düşmanlık edilecektir. Böylece asıl düşmanla nihayet karşılaşabileceğiz.
Bu ise Türkiye’nin tekrardan denk ülke statüsünde kabul görmesi anlamına gelecektir. Yani tarihi mirasının hakkı kendisine teslim edilecek büyük devlet olarak kabul görecektir.
Bunun emareleri görünmeye başlamıştır. Söz gelimi Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Suriye’de ilerledikçe, Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Libya’da ilerledikçe ve son olarak Azerbaycan Karabağ’da ilerledikçe eleştiri okları neden Türkiye’ye yöneltilir oldu?
Cevap devlet olarak büyümenin olmanın sırrında gizli: savaşan siz değilsiniz ama sizin yol verdiklerinizdir. Kazanan da sizin gölgelerinize sığınanlardır.
Bugün sahada kazandıklarını masada kaybeden olmaktan çıkıp, masada da kazanan olmanın gururunu yaşıyoruz. İnşallah sahaya hiç inmeden, hatta masa bile kurulamadan kazanmanın keyfini sürdüğümüz günleri de göreceğiz.