6 Şubat 2023, saat 04.17 hafızaların kolay kolay unutamayacağı bir gün. Mersin’de o gece büyük bir sarsıntıyla uyandım. Kaldığımız otel 1968 yapımı bir bina. Her ne kadar sağlam olduğu söylense de uzmanlar belirli bir yıldan sonra binadaki çimentonun kuma dönüştüğünü söylüyorlar. Doğrusu hayatımda bu kadar şiddetli bir depreme hiç şahit olmamıştım. Binanın yıkılacağını zannettim. Bir taraftan bildiğim duaları okuyor, diğer taraftan da güvenli bir yer bulmak için uğraşıyordum. Üstümde yedi katın daha olduğunu düşününce çabamın boşuna olduğu vehmine kapılarak yatağımın yanı başına çöktüm. Nihayet sarsıntı geçince otelde kalanlarla birlikte hızlıca aşağıya indik. Arkadaşlarla birkaç saat dışarıda dolaştık. Üşüyünce otelin alt kısmında bulunan resepsiyona geçtik. Biraz sonra Kandilli rasathanesinden açıklama geldi. Depremin merkez üssünün Pazarcık, şiddetinin ise 7.7 olduğunu söylendi. “Eyvah!” dedim. “Demek Marmara depreminden daha şiddetli.”
Sabah gün ışın ışımaz depremin korkunç tahribatıyla karşılaştık. Kahramanmaraş, Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya ve Adana başta olmak üzere çevre illerde yoğun şekilde hissedilen deprem maalesef korkunç bir yıkıma sebep oldu. Ardından saat 13.24’te merkez üssü Elbistan’da 7,6 büyüklüğünde ikinci bir deprem daha yaşadık. Toplamda iki dakika süren bu iki zelzelede binlerce ev yıkıldı. Yine binlerce can kaybımız oldu. Alt yapımız çöktü. Havaalanları, yollar köprüler kullanılamaz hale geldi.
Savaşta bile göremeyeceğimiz korkunç tablolar sadece orada yaşayanları değil ekran başındakileri de etkilemiş durumda. Depremin etki ve genişliğinden dolayı ilk birkaç gün kaotik bir sürece şahit olduk. Çadır, battaniye, aş evleri, seyyar tuvaletler, seyyar hastanenler, güvenlik görevlileri, yardım ekipleri, doktorlar yeterli düzeyde değildi. Depremin bir birine yakın illerde olmasının yardımları zorlaştırdığı muhakkak. Bunu bizzat cumhurbaşkanımızda değişik vesilelerle dile getirdi. Telefonların altındakilerin bir şekilde sosyal medya üzerinden yerlerini bildirmek için çaba göstermelerine mukabil yetkililerin dezenformasyona sebep oluyor diye sosyal medyaya kısıtlama getirmesi ilk birkaç saat için anlaşılabilirdi. Yalan haber, toplumu infiale sürükleyecek haberler yok değildi. Misal devletin hiçbir şey yapmadığı, savcıların mesai bitti diye işlem yapmadıkları, arama kurtarmada askerin devreye girmediği, depremde barajların yıkıldığı, nükleer santrallerin patladığı, Hatay’a çadır dağıtılmadığı söyleniyordu. Gazeteci Nedim Şener, İletişim Başkanlığının hazırladığı rapora dayanarak hazırladığı Şeytanın aklına gelmeyen 100 yalan adlı yazısında bu dezenformasyon haberlerine cevaplar verdiğini görüyoruz.[1] İktidarın Hatay’da enkaz altında sadece kendilerine yakın insanları kurtardığı ise düpedüz yalandı. Eğer söylenen doğru olsaydı Hataylı AK parti milletvekili Hüseyin Yayman, ablası ve ağabeyi olmak üzere 11 yakınını kaybetmezdi. Sınırdan yüz binlerce insanın geldiği yalanı şöyle dursun resmi kayıtlara göre 20 binden fazla Suriyelinin ülkesine döndüğü bildirildi. Yine de şuna dikkat etmemiz gerekir Hatay’daki insanlarımızın önemli kısmı depremden dolayı orayı terk ettiler. Misak-ı milli açısından zor kazanımlarla elde ettiğimiz bu toprakların mültecilerden dolay demografik yapısının değişme ihtimaline/kaygısına karşı gerekli tedbirler alınmalıdır.
Yetkililerin hava ve yol muhalefetinden dolayı biraz geciktiği, koordinasyonun yeterince sağlanamadığı, Mehmetçiğin ilk anda olay mahalline sevk edilmemesi, sevk edilenlerin sayısının yeterli olmaması, çadır, battaniye, iş makinalarını kullanacak kişilerin azlığı, seyyar tuvaletlerin yetersizliği, barınma ihtiyacından dolayı üniversitelerin uzaktan eğitime geçişleri gibi nedenler üzerinde pekâlâ konuşup tartışabiliriz. Fakat bu milletteki işar duygusunun güçlü oluşu tartışmaya mahal bırakmaz. Doğusuyla, batısıyla bu milletin ne derece yardımsever olduğuna şahit olduk. Depremin daha ilk anından beri Türkiye’nin her bölgesinden pek çok insanımız oraya koştu. Maden işçilerimiz, itfaiyecilerimiz, operatörlerimiz, belediyelerimiz, askerlerimiz, sivil toplum örgütlerimiz hâsılı tüm kamu kurum ve kuruluşlarımız ile gönüllü insanlarımız sahadaydılar. Yardım ekiplerinin arması, rengi, geldiği yere bakılmaksızın hepsini tebrik etmek gerekir. Bu fedakâr ekipler, canları pahasına insanları kurtarmaya çalıştılar. Keşke acılarda kenetlendiğimiz gibi sevinçlerimizde de bir araya gelebilsek.
Üzerinde sosyolojik tahlil yapabileceğimiz ve nasıl bu hale geldik dedirten olaylarda ne yazık ki yaşanmıyor değildi. Keşmekeşlik içerisindeki bir bölgede insanlarımızın büyük bir kısmı ne yapabilirimin derdine düşmüşken bazılarının ürünlerini satarken fırsatçılık yapmaya çalışmaları en hafif tabirle “karakter yoksunluğu” olarak niteleyebiliriz. İnsanlar can derdinde iken nadirde olsa mal derdinde olan yağmacıları gördük. Yardım araçlarının önünü kesen çetecilerde türedi bir ara. Dünyanın bu ve bunlara benzer olayların aktörlerini temizleyecek kadar deterjanı yok. Neyse ki bir mahkeme-i kübra var.
Yaklaşık bir aydır depremle yatıp kalkıyoruz. Uzmanlarımızca televizyonlarda boyuna programlar yapılıyor. Bir mühendis, bir mimar, bir jeolog kadar olmasa da sanırım toplum olarak önemli ölçüde bir farkındalığı yakaladık. Bu halin bir yönüyle sıcak tutulması gerekir. Zira deprem bir güvenlik meselesi artık. Kırk yılda teröre verdiğimiz insan sayısını bir iki dakikada depremle kaybettik. Üstelik bu hal yenide değil. Geriye dönük yüzyıllık bir yolculuk yaptığımızda ne trajedilerin yaşandığını göreceğiz. Richter ölçeği ile resmi kayıtlara göre 7’den büyük onlarca depreme şahit olduk.[2] 1939 Erzincan depreminde 32968, 1942 Tokat 3000, 1943 Samsun 4000, 1999 Gölçük 17480, 2011 Van 644 ve asrımızın en büyük depreminde ise 50 bine yakın insanımızı kaybettik. Dolayısıyla gerekli tedbirleri almada gecikmememiz gerekir. Her can kaybımızı kadere havale etmekte doğru değil. TOKİ’nin yaptığı 10 ilde buluna 133 bin daireden tek bir tanesinin dahi yıkılmaması düşüncemizin temelsiz olmadığının bir kanıtıdır. Doğru zemin, doğru hesap, doğru yapım, doğru onay ve doğru denetimi gerçekleştirdiğimiz takdirde depremden daha az etkileneceğimiz ortada. Hukuka, yasaya, bilime uygun davrandığımızda acılarımız böylesi çoğalmayacaktır.
Olayın metafizik boyutunu matematiksel bir hesapla belirtmemiz mümkün değil. Ancak başa gelen her bela ve musibeti günah/suç üzerinden okuduğumuzda en çok sıkıntılara maruz kalan peygamberleri ve salih insanları nereye koyacağız? Sorusunun cevabını vermede yetersiz kalırız. İmtihan sırrıyla perdeli olan hadiseleri salt bir nedenle açıklamak, geçmişteki olayları bağlamından kopararak olduğu gibi günümüze taşımak bizi doğru bir sonuca ulaştırmaz. Konuyu biraz daha açayım. Geçmişte azgınlıkları yüzünden helak olan Ad, Semud, Lut vs. kavimleri Kur’an’ın haber vermesiyle biliyoruz.[3] Ancak kitapta yazılan her hadiseyi günümüze taşımak Kur’an’ın sistematiği ve vermek istediği mesajla çelişir. Mesut Özünlü hocamın dibace-netteki yazısında, “din-deprem, afet-tedbir” ilişkisini Müslüman Anakronizmi olarak nitelemesi[4] ve “Sanki Allah’ın en çok gazabına uğrayan günahkâr ve sapık toplumlar, depremlerin en yoğun görüldüğü “Japonya, Türkiye, ABD, Filipinler, Haiti, İran, Nepal, Peru ve Endonezya” gibi ülkelermiş şeklinde bir izlenimle karşılaşılıyordu. Dolayısıyla Allah’ın rızasına en uygun yaşayan ve bu tür günah veya sapkınlıklardan en uzak kendini koruyan toplumlar da, depremlerin neredeyse hiç görülmediği “Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika, Nijerya, Mali, Sudan, Gana, Uganda ve Mozambik” gibi Avrupa ve Afrika ülkeleriymiş şeklinde tuhaf ve irite edici bir sonuç çıkıyordu.” sözleri dikkate alınmaya değer bir görüş. Yalnız Kur’an da belirtilen olayları tamamen tarihselleştirmekte doğru değildir.
Meseleyi kader ve tevekkül çizgisinde değerlendirmemiz gerekirse her iki kavramı yan gelip yatmak, kabullenmek olarak değil aksine sebeplere riayet etmek, yapılması gerekenleri yaptıktan sonra gerisini Allah’ın takdirine bırakmak olarak anlamalıyız. Vicdanımızı rahatlatmak adına topu kadere atmak ve her başımıza gelen musibeti suç ve günah bağlamında değerlendirerek deprem için yapılması gerekenleri ötelemek arızalı bir bakış açısıdır. “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. [5]” ayeti Allah’ın yaratmasına değil kader ve cüzi iradenin kullanılmasına yönelik bir hükümdür. İnsanın yaptığı fiilinin nereye taalluk ettiğini gösterir. İyilikler genel itibariyle vücudi/icadi olduğundan yapılanlar yaratıcının kudretine yöneliktir. Misal suyu yaratırken oksijen ve hidrojen moleküllerini belirli bir ölçüde tutan, damlacıkları bir birine yapıştıran, akıcı haline getiren, bize ve tüm canlılara hayat kaynağı olarak sunan ve daha pek çok faydası bulunan bu maddenin oluşumunda insanın katkısı sadece dileme ve suyu isteyen kişiye verecek kadar basit bir fiil içerir. Hasta birine bir yudum su vermemeyi bir kötülük olarak düşündüğümüzde bu işin faili biz oluruz. Zira hiçbir müdahalemiz olmayan suyun vücudi tüm özelliklerini kendi irademizle sona erdirmemiz ve hastanın ölümüne sebep olmamız sorumluluğu Allah’a değil kula yükler. “Senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü sû- ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksûbedir.”[6] Sözü yukarıdaki verdiğimiz ayetle örtüşerek kader noktasında devreye girer ve derki: “Meziyetin, faziletin, makamın, mevkin her ne kazanımın varsa bunu Allah’tan bil. Gurur ve kibre düşme. Ancak kendi elinle işlediğin suç ve günahı da kadere yükleme.” İşte deprem enkazını eşelediğimizde umumiyetle kendi hatalarımız ya da tedbirsizliğimiz yüzünden başımıza bunların geldiği apaçıktır. Deprem gibi bir afette gerekli zemin etüdünü, denetimini yapmazsan, kullandığın malzemeden çalıp, kolonları kesersen bu yaptığın suçun karşılığı olarak elbette daha fazla zarar görmüş olursun.
Depremin manevi boyuta da konuşulmalıdır. Normal şartlarda bir saat bile süt içmeden dayanamayan 2 aylık bebeğin, 48 saat sonra, 8 aylık Helen’in, 68 saat sonra 15 aylık bir başka bebeğin, 31 saat sonra ikiz bebeğin, 40 saat sonra 2 yaşındaki Muhammet’in[7] ve daha birçok bebeğin kurtuluş öyküsünün izaha ihtiyacı var. 147 saat sonra enkaz altından kurtarılan 12 yaşındaki Eylül’e ekiplerin sorduğu “Aç mısın?” sorusuna “hayır tokum, yemek yedim.” Demesini, fizik kanunlarıyla açıklamakta pek mümkün değil. Manevi boyut sadece kurtarılma öyküleriyle sınırlı da değil elbet. Üstad, Varto depremiyle ilgili kaleme aldığı yazısında,[8] “Ölenle ölmedik, yakınını yitiren gibi ağlamadık, aç kalanla aç kalmadık ama bir bakıma, bunların ötesine geçtik.” demesi manidardır. Hakikaten ders alabilirsek toplum olarak birçok şeyi idrak etme seviyesini yakaladık. Acizliğimizi derk etmek bizi aziz olana yönlendirdi. Kıyametin kopmasını havsalası almayanlara namütenahi kudret, bir dakikada geniş bir bölgeyi tahrip ederek göstermiş oldu. 7,6 şiddetini tayin eden, 12’yi ve daha da ötesini yapmaya elbette muktedirdir. Başımızı sokacak bir evimizin olması, rutin olarak gördüğümüz en temel ihtiyaçlarımızın bile bizim için neler kadar önemli olduğunu, yerinden yurdundan ayrılmanın ne demek olduğunu da hatırlamış olduk.
Son olarak tedbir noktasında deprem uzmanlarının söylediklerinden ve okuduklarımdan anladıklarımı sizlerle paylaşayım.
1-AFAD Bakanlığı kurulmalı: ABD ve diğer bazı ülkelerde olduğu gibi afetlerle mücadele etmede kurumsallaşmamız son derece önemlidir. Zira bizler deprem, yangın gibi afetlerle hem de jeopolitik risklerle karşı karşıyayız. Bütçeden kentsel dönüşüme, deprem öncesi ve sonrası yapılan çalışmalara, profesyonel kurtarma personeline, lojistik ve mühimmatta yeterli pay ayrılmalıdır.
2-Deprem milli güvenlik meselesidir: Deprem ve diğer önemli afetler için siyaset üstü bir çalışma yapılması, yerel ve merkez yönetimin birlikte hareket etmesi gerekir.
3-Mevzuatımızın kâğıttan kalbe girmesi: İmar Kanunu, Yapı Denetimi Hakkında Kanun, Yapı Denetim Uygulama Yönetmeliği, afetler ya da şehir ve çevrecilik ile ilgili ne kadar mevzuat varsa yeniden güncellenmesi gerekir. Gerçi kanunlarımız, yasalarımız birçok ülkenin de fevkinde. En büyük eksiğimiz mevzuatın havada kalması, ona bir vücut giydiremememizdir. Misal verecek olursak İmar Kanunun 39. Maddesine göre[9] güvenlik bakımından tehlike arz eden binaların valilik ya da belediyece tespiti halinde belirli tebligatlardan sonra yıkılabileceğinden bahsediyor. Şayet bu madde işletilmiş olsaydı şimdiye kadar bu kadar can ve mal kaybımız olmayacaktı.
4-Her türlü affın affedilmemesi: Su, elektrik, trafik, imar barışı gibi afların her affedilişine alışmış insanlar zamanla bir beklenti içerisine giriverirler ve vatandaşlık görevlerini yapmazlar. Öte taraftan adı geçen ya da geçmeyen bir takım aflar borçlarını muntazaman ödeyenlerin vicdanını yaralar.
5-Tek karar verici olmamalı: Zemin etüdünün başta jeologlar olmak üzere yapılacak binaların ve müştemilatının uzmanlarca sondajlama yapılarak belirlenmesi gerekir. Kâğıt ya da uydu üzerinden alınan bilgilerle yapılmamalıdır.
6-Yatay mimariye geçilmelidir: Binaların altına kat sayısına göre kazıkların çakılması, radye temel şeklinde yapılması, binaların özelliğine göre sismik enerjiyi yumuşatan hidrolik şok emiciler, sismik deprem izolatörleri vs kullanılmalıdır. Ülkemizin neredeyse üçte ikisi fay hattı üzerinde olduğu için binalarımızın zemin artı üç ya da zemin artı dört şeklinde yapılması ve bundan da ödün verilmemesi gerekir.
7-Uygun krediler verilmeli: Kentsel dönüşüm için vatandaşlara faizsiz ya da uygun kredilerle evlerini yenileme imkânı sunulmalıdır.
8-Toplanma alanları: Bu tür yerler dostlar çarşıda görsün nev’inden değil lavabo, elektrik, su ve diğer ihtiyaçları karşılayacak şekilde usulüne uygun olarak belirlenmesi gerekir.
9-Acil durumlarda kullanılabilecek prefabrik yapılar: Kurtarma ekipmanlarının kalabileceği ve teçhizatlarının yer alacağı, deprem anında çadır, battaniye, su ve gıda gibi lojistik yardımların yer alacağı prefabrik yapılar yapılması ve bu yerlerin güvenliğinin sağlanması son derece önemlidir.
10-Sahada çalışacakların donanımı ve kimlerden oluşacağının belirlenmesi: Her kurumun içerisinde yeterli düzeyde eğitim almış ve gerektiğinde kullanılabilecek arama kurtarma, yardım ekipleri ve kurumların özelliğine göre doktor, psikolog ve din adamı görevlendirilmelidir.
11–İletişim şart: Deprem anında iletişim sağlayacak seyyar baz istasyonları hazır halde bulundurulması, siber saldırılara ve dezenformasyona karşı gerekli önlemler alınması, depremle ilgili doğru bilgi alınması için devamlı surette basın açıklaması yapılması gerekir.
12-Cezalar uygulanmalı: Binanın seçiminden yapımına kadar her aşamada müteselsilen sorumluluk taşıyan kimler varsa aksi bir olumsuzlukta gereken cezayı almalılar. Aksi takdirde kamu vicdanı yara alır, adalet ilkesi zedelenir.
13-Etkin bir denetim: Bina yapımının her aşamasında etkin ve verimli bir şekilde denetimlerin yapılması, denetim elemanlarının liyakatli ve ahlaki özellikte olanlardan seçilmesi gerekir.
14-Bina kimlik sistemi: Nasıl ki her birimizin, arabalarımızın bir kimliği varsa binalarında olmalıdır. Binanın ismi, kaç yaşında ve kaç metrekare olduğu, karot ölçüm değerleri, deprem raporları gibi bina ile ilgili bilgiler yer almalıdır. İnsanlarda ev alacakları zaman bu özelliklerine bakarak karar vermeliler.
15-Binaların emarı(MR) çekilmelidir: Türkiye’nin tamamında adeta bir bina seferberliği başlatılarak tüm binaların taratılması, çürük yapıların boşaltılarak yıkılması, hafif hasarlı olanların ise güçlendirme çalışmalarının yapılması ileride iş yükümüzü oldukça azaltır.
16-Eğitim önemli: Okullarda ilk yardım olmak üzere depremden korunma eğitimi verilmeli, binanın kolonunu kesmeyle insan öldürmenin bir farkı olmadığını, hatta “kolon kesmenin daha büyük bir neticesinin olduğu anlatılmalıdır. Zira birinde bir insanı öldürmek varken diğerinde onlarca mal ve can kaybına neden olma ihtimali vardır.” Diyerek olayın vahameti anlatılmalıdır.
17-Deprem müzesi: Hafızaları canlı tutmak ve farkındalığı oluşturmak için her ilde depremin vurduğu yapılardan birinin enkazı gelecek nesillere aktarmak adına “deprem müzesi” olarak kullanılmalıdır. Hafızayı canlı tutma işini Çinliler, Japonlar çok iyi becerebilmektedirler. Gelecek nesillerine ibret olsun diye Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının izleri günümüzde hala mevcut. Okul gezilerinde Japon öğrenciler buraları sık sık ziyaret ederler.
18-Maddi destek: İşini kaybedenlere yeniden iş kurma fırsatı verilmeli, bir kısmı kamuda istihdam edilmelidir.
19-Müteahhitlerin belirlenmesi kriterler konmalıdır: Ülkemizde yaklaşık 400 bin Almanya’da 4000 müteahhit olduğu söyleniyor. Hatta bütün Avrupa ülkelerinden de fazla olduğu dile getiriliyor.[10] Her parası olanın müteahhit olması doğru değil. Belirli kriterler konmalıdır. Üniversite mezunu olması şart. Binanın teknik özelliklerinden anlamayan birinin bu işleri yapması doğru değildir.
“Biz binalarımızı biçimlendiririz, sonra da onlar bizi biçimlendirir.” Der Winston Churchill. Netice-i kelam şehir inşa etmek bir medeniyet tezahürüdür. Maalesef ülkemizde binalarıyla, alt yapılarıyla, yollarıyla, yeşil alanlarıyla, çarşılarıyla, spor tesisleriyle, otoparklarıyla prototip olarak gösterebileceğimiz bir şehrimiz yok. O yüzden sığ düşüncelerimiz, erozyona uğrayan ahlaki çöküntülerimiz, tarafgirliklerimiz, taassuplarımız, erdem yoksunluklarımız, eriyen şahsiyetlerimiz, doğruluktan nasiplenemeyen hayatlarımız hepsi enkaz altında kaldı ve ne zaman kurtarılacağı da meçhul…
[1] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/nedim-sener/seytanin-aklina-gelmeyen-100-deprem-yalani
[2] http://www.koeri.boun.edu.tr/sismo/2/deprem-bilgileri/buyuk-depremler/
[3] Tevbe Suresi/70
[4] http://www.dibace.net/mesut-ozunlu/turkiyenin-deprem-anakronizmi-ve-japonya-olamama-problemi
[5] Nisa Suresi/79
[6] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye
[7] https://www.haberturk.com/depremin-bebekleri-hayata-tutunmayi-basardilar
[8] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, s. 196-197
[9] İmar Kanunu