Ta ortaokul yıllarımdan beri okumayı düşündüğüm, defalarca okumaya teşebbüs ettiğim, ancak her seferinde birkaç sayfa okuyup tekrar bıraktığım, bugüne kadar bir türlü okuyamadığım George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” adlı küçük romanını nihayet Allah’ın izniyle okumaya muvaffak oldum. Oysaki 1984 romanını çok önceden okumuştum. Okumayı hayatının önemli faaliyetlerinden birisi sayan bir adamın, bu kitabı bugüne kadar okuyamayışı bir eksiklikti. Bu eksikliği böylece tamamlamış oldum. Fabl tarzında alegorik bir hiciv olarak yazılan roman, dünya edebiyatında hiciv türünün önemli eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Hayvan Çiftliği’nin karakterleri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara karşı ayaklanıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi, âdil, yaşanabilir, huzurlu bir toplum oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar, kısa sürede lider bir takım oluşturur; ama ihtilali de yine onlar yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurmuşlardır artık. Gelen gideni aratır olmuştur. Orwell, olayları dehşet verici bir ironiyle anlatır. Kitapta olaylar mecazlarla dolu bir distopya dönüşür.
Hayvanların yaptığı ihtilalin temel sloganı, başlangıçta; “Güçlüsü güçsüzü, akıllısı akılsızı, hepimiz kardeşiz. Dört ayak iyi, iki ayak kötü. Bütün hayvanlar eşittir.“ Ancak ihtilal başarıya ulaşıp Napoleon adlı baş domuz ve ekibi iktidarı ele geçirdikten bir süre sonra; kendi çıkarlarını öne alarak, durumu lehlerine çevirirler. Sloganlar bundan sonra: “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir. Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi!” şekline dönüşüyor. Romanın sonunda insan karakterli birisi olan Pilkington, esas baklayı ağzından çıkarıyor. “Eğer sizin karşınızda uğraşmaya mecbur olduğunuz aşağı derecede hayvanlarınız varsa, bizim de aşağı sınıflarımız var!”
Bu kitapla ilgili bu güne kadar çok şey yazılmış ve çok şey söylenmiş. Esere umumiyetle kominizim eleştirisi olarak bakılmış. Kahramanları ise Stalin SSCB’sinin Komünist Partisi yönetim kadrosuyla özdeşleştirilmiş. Hatta olayın başkişisi olan Napoleon’u Stalin’e benzetmişler. Bu sebeple, yayıncılar kitabı basmak istememişler, Orwell romanı bin bir güçlükle ancak 1945 yılında bastırabilmiş. Basıldığında hem okuyucular hem de eleştirmenler tarafından çok beğenilmiş.
Romanın soğuk savaş yıllarında Rusya’ya karşı bir propaganda aracı olarak kullanılabileceğini sezen CIA, fırsatı kaçırmamış, romanın animasyon filme dönüştürülmesini finanse etmiş ve film 1954’te yayımlanmıştır. Roman, Türkçede ilk defa 1952 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika halinde Halide Edip Adıvar çevirisi ile yayımlanmış, daha sonra 1954 yılında Milli Eğitim Bakanlığı ( o zamanki adı Maarif Vekâleti) tarafından kitap olarak yine Halide Edip Adıvar çevirisi kullanılarak basılmıştır. Ben, bu çeviriyi okudum. Eski bir tercüme. Neticede bir edebiyatçının tercümesi daha güzel olur diye düşündüm. Çevirmenin etkisinde kalmamak ve kendi kendime ön yargı oluşturmamak için kitabın önsözünü kitabı bitirdikten sonra okudum.
Türkçesini sevdim. Eserin şu an dilimizde birkaç tercümesi var. Okuduktan sonra kendi kendime mütalaa ederek, birçok şeyi yeniden değerlendirdim.
Şimdi ne kominizim kaldı. Ne Stalin. Kitap öyle bir yazılmış ki, her zaman ve mekâna uyarlanabilir. Hatta her bir insan ferdine dahi uyarlanabilir.
Mesela kitaptaki başkarakter Napoleon’u insandaki nefsin yerine koyabiliriz.
Napoleon’un propagandacısı ve sözcüsü Squealer ise nefsin işbirlikçisi şeytanı temsil edebilir.
Snowball, insan ene’sinin ve nefsinin hata ve günahlarına bahane ürettikleri günah keçisi olabilir. Hata ve günahı kendinde değil de dışarıda, başkasında aramanın sembolü olabilir.
Zaten Napolyon ve ekibi tarafından olumsuzlukların, kötülüklerin, işlenen bütün suçların sorumlusu Snowball olarak gösterilir. Kendi işledikleri bütün cürümleri Snowball’ın üzerine atarlar. Bütün fâili meçhullerin sorumlusu odur.
Romanın çok çalışkan diğer bir karakteri olan Boxser ise, insanın iyiliksever, saf ve temiz tarafını temsil etmekle beraber, toplumdaki kesin inançlı, çalışkan, idealist, milletini düşünen ama kendi idealleri uğruna, liderleri tarafından aldatılmış kitleleri temsil edebilir.
Pekâlâ, niye böyle oluyor? Cevabı yine kitapta buluyoruz. “İnsanoğlunun farklılığı, bütün şeytanlıkları yaptığı alet olan el’dedir. İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir yaratığın çıkarını gözetmez.” Burada geçen “el” tabirini nefis olarak düşünmeliyiz. Ve insan önce kendi nefsini düşünüyor. İnsanın en büyük düşmanı nefs-i emmaresidir. Nefs-i emmarenin en büyük işbirlikçisi ise şeytandır. İnsan, şeytanın ve nefs-i emmarenin aldatmasıyla önce kendisinde bir takım meziyetler olduğu kanısına varır. Ben zekiyim, ben farklıyım, benim üstün taraflarım var, der. Ene’ye biner. Bu, iyilikler ve güzellikler benim sayemde oluyor, bunları ben yapıyorum, ben olmasam bunlar olmazdı, demeye başlar.
Kendisinde üstünlük ve öncelik olduğu zehabına kapılır. İşte o zaman nerede bir menfaat, bir makam, bir güzellik, bir şöhret varsa bunlar benim, ben bunları hak ediyorum, der. Hodbin bir kimse olur. Kendisini haklı görür. Hatasını ve yanlışını kabul etmez. Şeytanın en büyük hilelerinden birisi, kişiye hatasını kabul ettirmemektir. İnsan hatasını kabul etmeyince, yapıp ettiklerinin doğru olduğuna ve gittiği yolun hak ve hakikat olduğuna kendisini inandırır.
Böylece yanlış yapmaya devam eder. Ben haklıyım, ben doğruyum der. Nefiste, şeytandan aldığı destekle bir avukat gibi kendisini savunur ve hiç bir şekilde ayranım ekşi demez. Yaptığı her şeye bir bahane, bir sebep uydurur. Böylece insanda zulüm ve firavunluk damarı kabarmaya başlar. Hak ve hukuk tanımaz. Başkaları çalışsın ben yiyeyim. Başkaları acından ölürse ölsün, bana ne, diyerek tahakküme başlar. Kendisine bir takım aveneler ve taraftarlar bulduğu zamanda bunu sosyal alana ve topluma taşımaya çalışır.
İşte bu yüzden insanların bu dünyada birbirlerine tahakküm etme, sömürme duygusu ve arzusu hiç değişmiyor. İnsanların bazı zaafları, yine bazı insanlar tarafından, her zaman istismar edilebiliyor. Kendi menfaat ve çıkarları için her türlü hileye, aldatmaya başvurabiliyorlar.
Ayrıca bu kitapta; birtakım güzel hedefler, gayeler uğruna beraber bedeller ödeyerek çıkılan yolda, aynı grup içinden bazı insanların nasıl inhiraf ettikleri, birtakım hakikatleri manipüle edip kendi çıkar ve gayeleri için ortak ideallerini nasıl saptırıp dönüştürdüklerini, sorgulayan, itiraz eden ve gidişattan duyulan rahatsızlığı dile getiren kimseleri nasıl imha ettiklerini, bu fabl örneğinde açık bir şekilde gördüm. Hatta zamanla bazı muhaliflerini dahi kendi kurdukları düzene inandırabildiklerini fark ettim. Daha öncesinde diktatöryal, baskıcı ve zalim bir sistem kurmuş olan insanlara karşı yapılan ihtilal muvaffak oluyor. Ancak İhtilali yapanlar bir süre sonra, öncesini aratır hale geliyorlar. Gücü ele geçiren şartları ve zemini kendi menfaat ve çıkarları doğrultusunda oluşturuyor. Yeni bir istibdat, hegemonya ve zulüm düzeni kuruyor.
Mesela; Çar’a zalim diyenler, daha büyük bir zulüm düzeni kurdular. George Orwell’n bu fabl ile komünizmi eleştirdiği söylense de, her devirde oluşabilecek zulüm sistemini çok güzel bir şekilde anlatmış.
Sultan Abdülhamid’e müstebit diyerek tahttan indirenler, daha büyük bir baskı rejimi oluşturdular.
Saddam’a zalim diyen ABD güçleri Irak’ta bir milyona yakın Müslümanı katletti.
Mısır’da Mursi’yi indirenler yüzlerce masum insanı idam ettiler.
İnsanlık tarihi bunlara benzer örneklerle dolu. Şimdilik bu kadarla yetinelim.
Oysaki insan aczini ve fakrını bilse, Cenabı Allah’ı tanısa, ona hakiki manada kul olsa, bütün meziyet ve varlığının Cenabı Allah’ın vergisi olduğunu anlasa, kibirden ve hodbinlikten arınır, İki cihan saadetine mazhar olur.
Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette Allah’ı tanımakta, bilmekte ve onu hakiki manada sevmekte, ona kul olmaktadır. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, nurlara, esrara; ya kabiliyet olarak veya doğrudan doğruya mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, elemlere, şüphe ve korkulara manen ve maddeten müptela olur. Onu bilen, tanıyan zindanda da olsa saraydadır. Onu bilmeyenler, tanımayanlar ise sarayda da olsa zindandadır.
Cenabı Allah’ı bilen ve seven bir insan, yaratılmışı hoş görür ve sever. Kendisine de, başkasına da zulmetmez.
Rabbim, bizi Hakkı hak bilip ittiba eden ve batılı batıl bilip sakınan kullarından eylesin. Amin!
Ne mutlu, kunduracı çırağı Kerim kalabilenlere!
Çok güzel bir tahlil olmuş Ekrem hocam. Sonuç kısmı da çok vurucu olmuş. Kalemine sağlık.
Abi emeğine sağlık.
Abi yalnız şu kundaracı çırağı Kerim ile vermek istediğin mesajı alamadım.
Değerli hocam elinize sağlık güzel bir yazı olmuş.
“Kunduracı Çırağı Kerim” Mustafa Kutlu’nun “Ya Tahammül, Ya Sefer” isimli hikaye kitabındaki önemli bir karakter.
Kerim, idealist bir kişilik, her şart ve zamanda, her türlü zorluklara karşı davasından vazgeçmez, sonuna kadar davasına sadık kalır.Yani o inandığı gibi kalabilen, inandığı gibi yaşayabilen samimi bir insan. Ben de Ekrem hocam gibi “Ne mutlu Kunduracı Çırağı Kerim kalabilenlere” diyorum.
Teşekkür ediyorum Kübra hanım.
Teşekkür ediyorum Kübra hanım.
“Hayvan çiftliği”ne Risale-i Nur perspektifli bir bakış açısı olmuş. Niyet ve Nazar mahiyeti eşyayı tağyir eder.
İnsani büyütsen büyük bir alem, alemi küçültsen bir bir insan olur. George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği”ndeki hayvanların karekterlerini insanın latifelerine benzeterek, insan dairesinde toplum hayatını ve davranış özekleri mukayese edip latifeleri tanıyarak tevhid inanışına bağlaması Filibeli Ahmet efendi gibi maddeyi manaya bağlama yolunda bir ustalık göstermiştir. Kalemine sağlık…
Çok aydınlatıcı ve güzel bir yazı olmuş, ellerinize sağlık.