“İnsanların yapabileceği en büyük fenalık kendisine olan güvenini kaybetmesidir.”
Richard BERNEDİCİ
Görev yaptığım okulların istenmeyen adamı olmuştum. Bu yüzden birçok köy ve nihayetinde birçok okul değiştirdim. Sebebi ise tek kelime ile sorumsuzluğumdu. Amirlerimden şimdiye kadar iyi bir not almadığım gibi devamlı azar işitmiş, tekdir edilmiştim. Dağınıklığım, çalışma isteksizliğim ise hat safhadaydı. Hiçbir zaman insicamlı bir hayatım olmadı. Üstelik içimdeki heyecanımı, azmimi ve kendime olan güvenimi de yitirmiştim. Ailem ve çocuklarım her daim yanımda olmasına rağmen ben yine de bir “Sigara külü gibi yapa yalnızdım…”
Eğitim açısından söyleyebilirim ki bunlardan daha korkuncu da bu durumumun öğrencilerime yansıyan kötü izdüşümleriydi. Artık biraz da çevresel etkenlerin tetiklemesiyle, öğrencilerime verebilecek bir şeyimin olmadığına iyiden iyiye inanmıştım. Bende bir hastalık derecesine kadar varan bu öğretememe şizofrenisinden kolay kolay kurtulacağım da zannetmiyorum. Şüphesiz eğitimdeki bu şizofren hastalığına yakalanan sadece ben değildim elbet, eğitim sistemimiz içerisinde mevcut durumun ötesinde öğrencilere bir şey öğretememe saplantısında olanların da bir hayli kabarık olduğunu söylemek zorundayım. Allah korusun! Böyle bir hastalığa yakalanan öğretmen: “Hocam inanın her şeyi denedim; ama olmuyor. Bu çocuk okuyamıyor, yazamıyor, dinlediğini anlamıyor, anlasa da anlatamıyor. Türkçesi sıfır, matematiği sıfırın altında, dört işlemden bir Merih kadar bihaber. Diğer derslerini ise sorma gitsin. Temizlik dersen ne gezer. Ahlak yok, olumlu tek bir davranış yok. Bu çocuğun ailesi de böyle zaten. Böyle bir durumda ne yapabilirim? ” gibi dillere pelesenk olmuş birtakım sözler duyarsınız. Üzülerek söylemek gerekirse bu vehimlere kapılan bir eğitimci kendisini korkuların kucağına çoktan atıvermiştir. Aslında bu garip korkular ve yersiz endişeler kafamızda oluşturduğumuz “Bu öğrenci kesinlikle öğrenemez-in” hayali görüntüsünden başka bir şey değildir. Hayali görüntüye inanan bir kimse ise aynen benim gibi öğrenilmiş çaresizliğin girdabına çoktan girivermiştir bile… Elinden bir şey gelemeyeceğini kabullenmek, kendini miskinler tekkesinin çorbacısı zannetmek, bulunduğu durumun bir adım ötesine geçememek ne korkunç. Tıpkı Köpek balığının başına gelenler gibi:
“Araştırmacılar bir köpek balığını oda büyüklüğündeki bir cam bölmeye koymuşlar. Cam bölmenin diğer tarafında da balıklar var. Köpekbalığı ne tarafa gitse cam bölmeye çarpmış. Bir süre sonra cam bölmeye çarpmamayı öğrenmiş. Çünkü ne kadar ulaştıysa da diğer taraftaki balıklara ulaşamamış. 21. günden sonra cam bölmelere hiç çarpmamayı öğrenmiş. Bunun üzerine cam bölmeyi çıkarmışlar. Köpek balığı oralı bile olmamış. Kendisinin sadece o bölme alanına kadar yüzebileceğini sanıyormuş. Artık diğer balıkları yiyemeyeceğini anlamış ve balıklara dokunmamış. Çünkü köpek balığı çaresizliği öğrenmiş.”
Aslında zihnimde yer tutan, gerçek olmayan bu öğretememe şizofrenisinden kurtulmanın çaresini çok iyi biliyordum. Pekâlâ, kendi kendime yapacağım psikoterapi metoduyla bu sorunu çözebilirdim. Ama her nedense bir boş vermişliğin zindanına düştüğümden midir nedir bir türlü bu illetten kurtulamıyordum. Bir insanın adı çıkacağına canı çıksın derler ya benim adım da çoktaaan kötüler defterine yazılmıştı bir kere… Hakkımda yapılan her inceleme ve soruşturmada biraz daha sendeledim, biraz daha geriledim. Maalesef her ceza alışım beni düzelteceği yerde eğitimdeki şizofrenliğimi daha da artırmaktan öteye geçemedi.
Bir gün müfettiş arkadaşlar, yanlarına başkanlarını da alarak köyde görev yaptığım okula gelmişlerdi. Gelenleri hakkımda yaptıkları soruşturmalardan dolayı biraz olsun tanıyordum. Ancak şimdiye kadar hiç görmediğim başkanları hakkındaki malumatım ise sadece duyduklarımdan ibaretti. Onun için sıcakkanlı, babacan tavırlı, iyi niyetli biri olduğu söyleniyordu ama ben şimdi bunları düşünerek gelenlere farklı davranamazdım. Her zaman yaptığımı yaparak arabadan inen müfettişleri saçım sakalım birbirine karışmış bir vaziyette, altı peçeli eski, solmuş ayakkabılarımın tangır tungur sesleri arasında soğuk bir yüzle karşıladım. Adet yerini bulsun diye “Hoş geldiniz” dedim. Ancak söylediğim bu sözün “hoş gelmediniz” manasına geldiğini onlarda çok iyi bildikleri halde kulak asmamayı yeğlediler. Özellikle de başkan, akıntıya kürek sallamayarak benim bu davranışımın aksine gayet kibar aynı zamanda güler bir yüzle:
“Hoş bulduk” dedi.
Fakat ben inatçıydım. Bir güler yüzle, bir tatlı sözle yelkenleri suya indirecek değildim elbet. Her ne kadar kendi yaptıklarımdan dolayı ceza almış olsam da müfettişlere karşı kafamda hep bir ön yargı vardı. “Yine hangi açığımı bulmak ve bana hangi cezayı vermek için buralara kadar çıkıp geldiler” diye içimden geçirdim. Kuşkusuz bu düşüncemin beni daha da gerdiğini, daha da öfkelendirdiğini söylemem gerekir. Hemen gardımı aldım. Savaş kazanmış bir komutan edasıyla başımı mağrur bir şekilde göklere dikerken, kalın kaşlarımı çatarak burnumdan solumaya başladım. Suretim siretimin işaretiydi… En ufak bir sözü, bir eleştiriyi kaldıracak durumda değildim. Bunu yüzümün derin çizgilerinde okuyan başkan, sanki hakkımda hiçbir olumsuzluk duymamış gibi yanıma kadar geldi. Hiç beklemediğim bir şekilde baba şefkatiyle elimi tuttu. Titreyen elim, heyecandan olduğu kadar öfke ve sinirimin de bir göstergesiydi. Dediğim gibi kafamda hep bir ön yargı vardı ve bunu bir türlü içimden atamıyor, istesem de birtakım vehimlerin pençesinden kurtulamıyordum: “Hangi kusurumu bulmak, hangi cezayı vermek için buralara kadar geldiniz…” Bu sözü bir kere daha zihnimde kurcalayıp durdum. Yılların başkanı, halimden duygularımı okumuş olsa da bozuntuya vermemeyi yeğledi. Gelen grup arkadaşlarını idare odasına yollarken kendisi de dersimi dinlemek üzere sınıfıma yöneldi. Sınıftaydık. Öğrencilerim, Ben ve O…
Sınıfta beni rencide edecek, girift sorularıyla çocuklarımı tedirgin edecek tavırlarda bulunmamıştı. Ne yalan söyleyeyim bu davranışı beni de bir derece rahatlatmıştı. İçimde ilk defa bir güven duygusunun kıpırdadığını hissettim. Başkan, dersin sonuna doğru işlediğim konuya yönelik eleştiri ve önerilerinin yanında motive edici de birkaç söz söyledikten sonra teşekkür ederek sınıfımdan ayrıldı. Ardından bir durum değerlendirmesi yapmak üzere idare odasındaki arkadaşlarının yanına döndü. Aralarında ne konuştuklarını bilmiyorum ama öyle tahmin ediyorum ki benim adam olmaz birisi olduğumu tartışıyor olmalıydılar. Belki de hakkımda ceza vermek için tutanak bile hazırlamışlardı. Ne de olsa bunu fazlasıyla hak etmiş biriydim. Aslında bu düşüncemi güçlendiren bir gelişme ise müdür odasında yarım saatten fazla kalmış olmaları ve üstelik vedanın dışında tek bir şey dahi söylemeden çekip gitmeleriydi…
Köyümüze gelen kırkikindi yağışlarının bakır renkli topraklarda bıraktığı bahar kokusu benim dışımda herkesin içini kıpır kıpır etmeye yetmişti. Biraz önce ince ince yağan yağmur, yerini güneşli bir havanın kollarına terk etmişti. Doğrusu zemin sofrasında el ayak çeken yağmurdan sonraki yeşilin muhteşem tonları ise görülmeye değerdi. Hele ki ruha inşirah veren pembe ve eflatun renkli fesleğen çiçekleri, mavi menekşeler, beyaz, sarı dağ papatyaları… Bir türkünün aşığı, bir sazın teli gibiydiler. Hepsinde bir ahenk, hepsinde bir beste vardı. Okulun bitişiğindeki İsmail amcanın bahçesindeki koyunlar, kuzular bile bu güzel havayı ganimet bilip dışarı çıkmış, büyük bir iştahla otlayarak hayatın keyfini doyasıya yaşıyorlardı. Sınıfımın penceresinden seyrettiğim bu manzarada bir şey dikkatimden kaçmadı. İsmail Amcanın elindeki bıçağıyla boğazladığı bir tavuğun acı acı çırpınması yanı başındaki koyunları, kuzuları tedirgin etmemiş bilakis büyük bir şevk ve zevkle otlamaya devam edip durmuşlardı. “Ah keşke ben de böyle olabilsem! Dertsiz, tasasız” Dertsiz, tasasız. Sonra yıllar önce ezberlediğim bir şiiri hatırladım:
“Kavgalarını sürdürürken dahi
Kendinle barış içinde ol.
Unutma! Bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen
Dünya yine de güzeldir.
Ve sen kâinatın bir parçasısın.
Mutlu olmaya çalış.
Dostları sevgiyle kucaklamayı unutma
Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma
En zor anında dahi gökyüzüne bakmayı unutma…”
Akıl gibi meş’um bir alet bende varken gökyüzüne nasıl bakabilir, nasıl umursamaz olabilirdim? Ah şair! Sen nereden bileceksin ruh dünyamın ne çektiğini… Puslu düşüncelerim sınıf kapısının çalınmasıyla bir anda bozuluverdi:
“Gel!”
Gelen bir postacıydı. Selam verdikten sonra elindeki zimmet defterini uzatarak:
“Burayı imzalar mısınız, bir yazınız var” dedi.
“Nereyi, ha şurayı mı?”
Yazıyı kapalı bir zarf içerisinde aldığımda içimin bir anda eridiğini hissettim. İhtimal ki bu zarf okulumuza gelen müfettişlerin gönderdiği bir ceza yazısı olmalıydı. O gün kılık kıyafetim, saçım-sakalım dağınıktı. Evet, evet bu ifademin alınmasına dair yazılan bir çağrı yazısı olmalıydı. Zarfı sabırsızlıkla açtım:
“Olamaz, hayır bu mümkün değil!…”
Devam edecek…
Harika olmuş akıcı ve sürükleyici