Kainatın özüdür Aşk; bir kişinin hissettiği aşırı sevgidir! Sevgiliye duyulan özlemdir, bağlılıktır, muhabbettir…
Hiç ummadığınız anda karşınıza çıkıveren ve hangi yaşta iken tam hissedebileceğinizi kestiremeyeceğiniz bu özel duygu, şiddetli bir sevgi yoğunluğudur.
Aşk biyolojik değil ruhsal bir ihtiyaçtır ve kişideki bu ihtiyaç Yunus Emre’nin dizelerinde “Bana seni gerek seni” şeklinde yansıdığı üzere karşılık beklenmeyen ve koşulsuz olandır.
Baktığın her yerde O’nu görmek; dinlediğin, seyrettiğin, okuduğun her şeyde O’nu aramaktır. Sürekli O’nunla olma arzusu içerisinde olmaktır. O’nun derdiyle dertlenmek, O’nun haliyle hallenmektir.
Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca,
Akar can özümden sel gizli gizli…
Bir tenhada can cananı bulunca,
Sinemi yaralar, dil gizli gizli…
diyerek gönül telimizi titreten Neşet Ertaş dizelerindeki muhabbettedir aşk…
Yâr” deyince, kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor,
Aşk kâğıda yazılmıyor, Mihriban
diyerek bu tarifi zor sırrı gönül denen yere nakşeden Abdurrahim Karakoç dizelerindeki kudrettedir aşk…
Solmadan gel artık aşkımın gülü,
Olsa da konuşsa kalbimin dili,
Küçücük dünyamda bir bilsem seni,
Görünmez yazıyla yazdım kalbime…
diyerek bu sönmez yangının gizli ve kor alevleri ile gönül yakan bu dizelerdeki kuvvettedir aşk…
“Vedûd” olan (karşılıksız ve katıksız seven ve sevilen) yaratıcının rahmetinden tecelliler sunan ne özel ve ne güzel ifadelerle bezenmiş ve tasvir edilmiş sözlerdir bunlar.
Şairler yüzyıllar boyu neden dizelerine konu etmişler aşkı? Kalbi kırık bestekarların nağmelerindeki ince sızı neydi? Adem ile Havva’nın mayasında yine aşk yok muydu? İki kişi olarak başlayan bu hayat yolculuğunun kahramanları aşk ile yoğrulmamışlar mıydı?
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce Sümerce olarak yazılmış, bilinen en eski aşk şiirinde dahi “Aslan, kalbimin kıymetlisi; Güzelliğin büyüktür, bal gibi tatlı…” diye seslenilmemiş miydi sevgiliye?
Dünyaya meydan okuyan nice sultanlar, hükümdarlar, aşk önünde eğilmemişler mi? Cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın “Muhibbi” mahlaslı dizeleri Hürrem Sultan için kendi kaleminden dökülmemiş miydi?
Cemal Safi’ye bu şiirleri size yazdıran nedir? diye sorulduğunda – Aşk söyledi ben yazdım; cevabını vermemiş miydi?
Yusuf’un gözleridir gece, Züleyha’ya. Yusuf’un sözleridir gece, Züleyha’ya. Züleyha bir ince sızıdır ki, aynı gecelerde, yazgısı düşer ay yüzlü Yusuf’a. dizelerindeki mânâ ile birçoğumuz aşkı Züleyha’dan öğrenmedik mi?
İş Ne Yusuf’ta idi Ne de Züleyha’da
İş, Yusuf’a o güzelliği ve iffeti verip, Züleyha’nın gönlüne Yusuf’u koyanda!” değil miydi?
Beşeri aşk, ilâhi aşkın yeryüzündeki yansımasıdır; ve esasında yaşanan her aşk adım adım ilahî aşka yol almak ve belki de bu aşk arayışı ile Allah’a yaklaşmaktır.
İnsan sevmeli; bazen bir insanı, yahut da bir ağacı; ya da kanadı kırık bir kuşu…
zaten sevmezse insan, insan mı olur? demişti Türk şiirinin zarif şairi Cahit Zarifoğlu!
Sevdireni sevmeye başladı mı insan; tüm cihan seslenmez mi “Allah” diye?
Benlikten geçenin yâri Allah değil miydi?
Leyla diyen, Mevla’yı bulmaz mı yolun sonunda?
Damla, Derya’ya dönmez mi aşk ile yürüyene…