Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada ilahiyat fakültesi mezuniyet töreninde onuncu
yıl marşı söylenmesi konu edildi. Söz konusu marşın çalınmasında, ilgili fakültenin
yönetiminin hiçbir dahlinin ve tesirinin olmadığı biliniyor. Konuyu, herhangi bir fakülte ismi
zikretmeden “umûmî pencereden” ele almak lazım. Marşa gösterilen tepkiler nasıl bir
düşünce zeminine dayanıyordu? Marşın, “millî kabul edilen değerler” açısından sembolik
anlamı vardı. Güftesinde İslam ümmetinden kopmuş Türk ulus devletinin on yılda nüfusunu
artırması, gelişip serpilmesi konu edilmekteydi. Marşın güftesinde “on yılda on beş milyon
genç yarattık her yaşta” deniyordu. Yaratmak fiilinin Türk milletine atfedilmesinin iki
anlamı vardı. Birincisi artık Türk milleti yaratıcı ile arasına bir mesafe koymuştu. İkinci
anlam da şuydu: Artık din bağı ile bağlı olduğumuz unsurlar, “dost” değildir. “Ne mutlu
Türküm” diyebilen unsurlar dost kabul edilmiştir. İslam ümmetinin bütünlüğünden
kopulmuştur. Milli kimlik dini kimliğin üstünde en üst değer olarak yer almıştır. Sizin
olmazsa olmazınız din olmaktan çıkmış, zihninizdeki tüm değerler, ırk üzerine kurulu hale
gelmişse ilahiyatçı ya da başka meslekten olmanız neyi değiştirir? İslam ümmetinin bir
parçası olmamak temel dünya görüşünüz haline gelmişse ne denebilir ki? Onuncu yıl
marşının konuşulduğu günlerde “akla aykırı olan şey, ayet dahi olsa reddederim” cümlesi de
konuşuldu. Aslında bu iki olay birbirini tamamlamaktaydı. Din konusunda kutuplaşmanın
da kapısını aralamamak gerekir. Bir usul geliştirmek gerekir. Bu tür kritik ve iddialı
cümleleri “söyleyeninden bağımsız” değerlendirmek daha uygun olur. Bu cümleyi sarf eden
belki “yanlış anlaşıldım farklı bir şeyi kastettim” de diyebilir. Dikkat edilirse bu söz, sarf
edildikten sonra ok yaydan çıkmış oldu. Hemen lehinde ve aleyhinde bir kutuplaşma
meydana geldi. Söyleyenin maksat sınırlarını da aşan bir yapıya bürünmüş oldu. Akıl
dediğiniz şey nedir? Kalp midir kafa mıdır? Kur’an niçin “kalpleri vardı anlamazlar” diyor
(el-Münâfikûn, 63/3) da beyinleri vardır anlamazlar demiyor? Bu yazının asıl hitâbı,
mezkûr sözü sarfeden kimseden ziyâde bu söz etrafında kümelenip “akılcı duruş”
gösterdiğini iddia eden kimseleredir.
Akılcıların Yanlış Tercüme Ettikleri Âyet
Farklı kanaatleri olsa da müminlerin birbirine tahammül etmeleri bir emr-i
nebevîdir. Hadiste “insan içine karışıp eziyetlerine sabreden mümin, insan içine karışmayıp
eziyetlerine sabretmeyen müminden daha hayırlıdır” buyurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, IX, 64) Akılcılık iddialı modernlerin dikkat çeken hususiyeti, insana ait hür iradeyi
savundukları halde, kendi kanaatleri dışındaki fikirlere hayat hakkı tanımamalarıdır.
Düzenledikleri bilgilendirme(brifing) toplantılarında farklı fikirlere yer vermezler, çünkü
tahammül edemezler. Katılmak zorunda kaldığım toplantılarda akılcıların en büyük
sloganlarından birinin, Yunus sûresinin yüzüncü âyeti olduğunu müşâhede ettim. Diyanet
Kur’an Yolu meâli bu âyeti şöyle tercüme etmiştir:
“Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O, akıllarını
kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır.” Bu âyet iki cümleden oluşmaktaydı. Birinci
cümlede imanın nasip işi olduğu vurgulanıyordu. İkinci cümlede aklını kullanmayanları
Allah’ın “rics= manevi pislik” halinde bırakacağı anlatılıyordu. Bunlar birinci cümleyi çıkarıp
atarak motto oluşturdular. “’Allah aklını kullanmayanın kafasına manevi pislik atar’ cümlesi
âyet değil mi” dediler. İki milyar nüfuslu Müslüman dünyayı aklını kullanmamakla, hasta
adam olmakla itham ettiler. “Her topluluğun kuvvetli yanları, zayıf yanları, fırsatları ve
tehditleri vardır” demediler. Çağdaşlaşma başlığı altında yapılan tüm dil, harf ve hukukla
ilgili düzenlemeleri “dînî meşrûiyet” koltuğuna oturttular. Bu ayeti kullanarak Batı
hukukunu almanın da dînî meşruiyetini savundular. Din kisveli muasır medeniyet ezgileri
okudular. Hâlbuki öyle dehşet verici bir çarpıtma vardı ki sözlerinde. Toplumların muasır
medeniyet yarışında öne geçmek için rasyonel adımlar atmaları değil, başka bir şey
anlatılıyor bu ayette. Âyet gerçekte ne söylüyor? Aklını kullanmayana Allah’ın imanı nasip
etmeyeceğini söylüyor. İman ile ilgili tercihimiz tüm hayatımızı etkileyecektir. Dünya ve
ahiretimize yön verecektir. Bu tercihi sadece beynimizin nöronlarına indirgeyemeyiz.
“Aklını kullan” demek kalbini ruhunu her şeyini bütün varlığını kullan demektir. Dinini
vererek dünyevileşmeyi savunmak aklını kullanmak değildir. Kur’ân’da “dünyadan da
nasibini unutma” buyurulmuş (el-Kasas 28/77) ama inkâr ehlinin “dünya hayatını ahirete
tercih ettikleri” de belirtilmiş. (İbrâhîm, 14/3) Seküler kelimesi bu tercihi yapanları güzel
anlatan bir kelimedir. Ancak ben, yabancı kökenli olduğu için tercih etmiyorum. Onları
anlatmak için “dünya görüşünü sadece dünya üzerine kuranlar” diyorum. Azeri
Türkçemizde “seküler” anlamında kullanılan “dünyevi” kelimesini de tercih ediyorum.
Yunus sûresinin yüzüncü âyetini oluşturan iki cümlenin birbiriyle irtibatı o kadar açık ki
Diyanet meâli dahi mânâ verirken bu durumu dikkate almış lafız tasarrufunda bulunmuş.
“O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır” denilmiştir. Birebir karşılıklı lafzi
tercüme yapılsaydı “O, akıllarını kullanmayanların üzerine manevi pislik bırakır” olurdu.
Diyanet meâlinin “rics” kelimesini “inkâr bataklığı” olarak karşılaması da “imanın nasip
meselesi olduğunu” kabul etmesiyle açıklanabilir. Kur’an Yolu meâli, En’âm sûresinin yüz
yirmi beşinci âyetini de “…Allah inanmayanları işte böyle cezalandırır” şeklinde tercüme
etmiştir. Daha iyi anlaşılsın diye âyetlerin metinlerini de verelim:
“…كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ” (En‘âm 6/125)
“…وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذينَ لَا يَعْقِلُونَ” (Yûnus 10/ 100)
Aslında bu iki âyet de birbiriyle müşâbehet halindedir. Sadece “iman etmezler”, “akıl
etmezler” farkı bulunmaktadır. Taberî (ö. 310/923), “rics” ile ilgili birkaç manayı saymıştır.
Bunlar arasında “içinde hayır bulunmayan her şey”, “azap”, “şeytan”, “necaset”
bulunmaktadır. Ona göre “rics”, içinde hayır bulunmayan pisliktir ve bu durum şeytanın
sıfatıdır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XII, 112)
Din bilimleri alanında modernleşme, Mâtürîdî kisveli Mutezilî tezlerle tebârüz etti.
“Toplumu yönetmek dînî değil beşerî bir iştir” söyleminden “toplumu yönetmek için norm
taşıyan metin üretmek de dînî değil beşerî bir iştir” söylemine intikal edildi. Bu yönelişin
vazifesi modernleşme sürecinde mütedeyyin insanların bazen kafasına bazen de vicdanına
takılan “dînî meşruiyet” meselesini çözmekti. Modern normların dayattığı bir hayat tarzı
var. Herkesi kuşatan eğitim, istihdam, iktisat ve hukuk nizâmı var. “Dînen ve vicdanen hiçbir
rahatsızlık duymadan bu hayatı yaşayın” demek bu yönelişin dâvâsı haline geldi. Bu yöneliş
sahiplerinin “imanın nasip işi olduğunu” kabul etmesi mümkün olmadığı halde, imanın
nasip işi olduğunu en çok vurgulayan ayetin bir cümlesini, “silah gibi kullanmaları”
manidardı.
Akılcı Modernlik
Modern ilahiyatçılığın en büyük iddiası, dine bilimsel yaklaşım tezi(?) üzerine
kurulmasıydı. Bilim hakikati aramaksa yaklaşım temelde sakat bir zemine dayanmaktaydı.
Dini insanın ruhî ve içtimâî derinliklerinde, varoluşunda ve tabii hayatında aramak
gerekirdi. Modern ilahiyat bakışı dini; fikirlerin, felsefelerin birbiriyle savaşı bağlamında bir
yere oturttu. Din ile ilgili tüm klasik metinlerin modern tezlere karşı duramayacağı ön
kabulü ile konuya yaklaştı. Bunu yaparken de sözde dine taraf olunduğu ama günün şartları
dikkate alınarak metodolojik bir duruş sergilenmesi gerektiği vurgulandı. Madem din, ilmî
(bilimsel) bir temelde ele alınacak, İlahiyatlarda neden dil antroplojisi ve din antropolojisi
hiç okutulmaz. Dinin menşei hep felsefi bir zeminde arandı. Oysa dini hayatın içinde, insanın
ferdî ve içtimâî derinliğinde ve bu derinliğin hâfızasını tutan dilde aramak gerekirdi. Akla
aykırılık olgusunun Kur’ân ile yan yana getirilmesinin arka planına bakmamız gerekir.
Kur’ân’ı salt tercümeler ya da tercüme mantığı üzerinden okumak onun hakikatine bizi
yaklaştırmaz. Kur’an’ın dili nasıl bir dildir? Dolaylı anlatım ve arka planında birikmiş mânâ
yüklü arkaik bir dildir. Neredeyse her kelimenin ayrı bir hikâyesi vardır. Her kelime târihî
ve içtimâî bir hafızayı taşır. Kelimelerin taşıdığı hafıza belki Hz. Nuh’a, Hz. Âdem’e kadar
dayanır. Kelimelerin birebir karşılığından ziyade kökenine inmek gerekir. Dil antropolojisi
bize önceki insanların daha metafizik düşündüğünü, dolaylı anlatıma daha çok
başvurduğunu göstermiştir. İnsanlığın tarih içinde dil bakımından dolaylı anlatımdan
doğrudan anlatıma tahavvül etmiş olması, evrimci tezi de çürütmektedir. Dil insanlığın
önceki tarihini de ihtiva eden hâfızasıdır. Fenikece, Aramice, İbranice ve Süryanice aynı
arkaik temele dayanan dillerdir. Bugün yaşayan Amharca ve Tigreyce de arkaik temelli
dillerdendir. Kur’an’ın dili olan Arapça tüm arkaik dillerin merkezinde yer alır ve hiçbir
tercüme ondaki kelimelerin tam karşılığı olamaz. Kur’ân’ın nüzulü, yazıya geçirilmesi ve
İslam ümmeti tarafından muhâfazası dildeki arkaik temeli de muhâfaza etmiştir. Her
kelimenin ayrı bir hikâyesi, arka planı ve mânâ derinliği vardır. Mesela “rûh”, “kibriyâ”,
“melekût” kelimelerini nasıl tercüme edeceksiniz? Allah’ın isimleri esmâ-i hüsnâ da öyledir.
Hadislerde geçen evrâd ve ezkâr lafızları da öyledir. Mesela “cibt”, “tâğût” ve “suht” gibi
kelimeleri algoritmik bir mantıkla çeviremezsiniz. Her birinin kültür kodlarına inmeniz
gerekir. Her birinin bir hikâyesi ve anlam geçmişi vardır. “Akletme” melekesi dil ile
alakalıdır.
Dilin kök geçmişini ihmal ederek akletme melekesinin gelişmesi ne kadar mümkün
olabilir? Aklı algoritmik mantığa indirgerseniz durum değişik olur. İnsanlığın müşterek
hafızası olan dili ve insanın kalp boyutunu, gönül boyutunu yok sayarak aklı açıkladığınızda
algoritmik bir mantık çıkar. Bu durumda da akla aykırılığı Arapça gibi arkaik bir dilde değil,
algoritmik bir dilde aramanız gerekir. İnsanlık metafizik varoluştan maddi varoluşun daha
çok hissedildiği bir değişim yaşamış görünmektedir. Bu durum da nihilist evrimcilikle değil,
ilahi bir yasa olan tekâmülcü varoluşla açıklanabilir. Dilin metafizik geçmişi toplumun da
geçmişini yansıtır. Dilin ilk insandan bu yana mevcudiyeti, toplumun da ilk insandan bu
yana mevcudiyetine işaret eder. Evrimci antropoloji toplum oluşun sonradan çıktığı tezine
dayanıyordu. Göbeklitepe kazıları, insanların birbirinden bağımsız fertler iken sonradan
tekâmül ederek toplum oldukları tezini çürüttü. Toplu halde yaşama çok önceden beri vardı.
Ahlak Merkezlilik Söyleminin Tenkidi
Modernleşmeciler, ahlak merkezli bir dindarlığı esas aldıklarını söyleyip duruyorlar.
Müslümanların ahlâkı cinselliğe has kıldığını ve iş ahlakını ihmal ettiklerini iddia ediyorlar.
Çağdaş kızların çağdaş erkeklerle dinin koyduğu sınırların dışına çıkarak eğlenmesinden,
birlikte vakit geçirmesinden rahatsızlık duymuyorlar. Fussılet sûresinin altıncı ayetinin bir
kısmı ile yedinci ayetini hatırlayalım. Bu âyetin meâlini Ömer Nasuhi Bilmen şöyle tercüme
etmiştir: “…müşrikler için helâk (mükarrerdir). O müşrik kimseler ki, zekâtı vermez ve onlar
ahireti münkirdirler, onlar.” Âhireti inkâr edene zekât niçin farz olsun ki diye bir soru akla
gelmez mi? Fussılet sûresi, Mekke devrinin sonlarına doğru, mi‘rac olayı sonrasına
tarihlenen bir suredir. (Emin Işık, “Fussılet Sûresi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XIII, 228)
Zekâtın hicretin ikinci yılında ve ramazan orucunun fark kılınmasından sonra farz kılındığı
genel kabul görmüştür. (Mehmet Erkal, “Zekât”; İslam Ansiklopedisi, XXXXIIII, 197) Âhireti
inkâr eden bir müşriğin zekât vermemesi ne demektir? Bu sorunun cevâbı olabilecek bir
tefsir yapılmıştır. İbn Kesir’e göre zekât “mâlın zekâtı” “nefsin zekâtı” olmak üzere iki
kısımdır. Nefsin zekâtı, kişinin zina hayatı yaşamamasıdır. (İbn Kesîr, Tefsîr, V, 462)
Dolayısıyla Fussılet sûresinin altıncı ve yedinci âyetinde müşriklerin zinayı helal saymaları
ve ahireti inkâr etmeleri anlatılmaktadır. “O müşrik kimseler ki zekâtı vermez..” demek,
“nefsini zinâdan uzak tutup, onun temizliğini ve arınmışlığını temin etmez” demektir.
Burada geçen zekât, İslam’ın beş şartından biri olan zekât değildir. Burada geçen zekât,
zinâyı helal saymamak ve nefsini bu günahtan arındırmaktır. Leyl sûresinin 18. âyetindeki
“temizlenmek için malını hayra veren kimse o ateşten uzak tutulacaktır” ibaresindeki
“tezekkî” fiili sadece malını karşılıksız vermek değil, kendisine fayda ve sevap kazandıracak
işlerde harcamaktır. (İbn Âşûr, et-Tahrîr, XXX, 391) Malını mehire harcayıp, evlenmek ve
meşru bir hayat yaşamak da tezekkîdir. Hz. Peygamber’in nübüvvetinden önceki câhiliye
döneminin bariz özelliklerinden birisi zinanın mübah sayılmasıydı. Hz. Âişe (r.a.) câhiliye
döneminde dört nikâh çeşidi olduğunu, bunlardan birinin bizim bildiğimiz ve uyguladığımız
ilan edilmiş meşru nikâh olduğunu söylemiştir. Geri kalan üç nikâh çeşidinde zinânın
mübahlığı söz konusudur. (Buhârî, Nikâh, 37) Nûr sûresinde geçen ve “zinâ eden erkeğin,
zinâ eden kadınla veya müşrik kadınla nikâhlanabileceğini” bildiren âyet (en-Nûr 24/3),
şirkin ameli taraflarının da bulunduğunu, zihinde başlayıp biten bir şey olmadığını
göstermektedir. Müşrik bir kimsenin nikâh dairesine girmesi, zinânın mübahlığını da artık
kabul etmediğini ortaya koymaktadır. Mekke’nin fethinin en önemli sonuçlarından birisi de
çıplak tavafın son bulmasıydı. Sadece çıplak tavafa değil, çıplaklık kültürüne de son verildi.
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyet ettiği hadiste de “Allah da kıskanır, Allah’ın kıskanması
müminin Allah’ın haram kıldığı zina ve fuhşiyatı işlemesidir” buyurulmuştur. (Buhârî,
Nikâh, 106; Müslim, Tevbe, 36) Günümüzde de zinayı mübah sayan tüm tutum ve
davranışlara karşı en azından kalben rahatsızlık duymak gerekir. Zinayı nikâh ile, tesettürü
de çıplaklık ile “bireysel tercih” paydasında eşitlediğinizde içinizde din temelli hiçbir
rahatsızlık duygusu kalmıyor. Allah’ın kabul edemeyeceği işleri yapanların nezaketleri,
yardımseverlikleri dikkatinizi çekmeye başlıyor; dindar olanların kabalıkları, bencillikleri iç
dünyanızda öne çıkıyor. İşte tam bu sırada “önce insan olmak lazım”, “ahlak merkezli
dindarlık” lazım demeye başlıyorsunuz.
Kitâbı yaşamak mı yoksa Kur’ân’ı anlamak önceliklidir? Anlamayı bir problem
olarak ele aldığınızda nazariyatın dehlizlerinde yürümeyi, emredileni yaşamaya tercih etmiş
olursunuz. “Uygulama ve fiilî oluş en iyi anlamadır” dediğinizde durum değişir. Haramların
helalleşmesinden rahatsızlık duymadığınızda din ile ilgili temel dinamikler ve değerler de
yerinden oynar. “Önce insan” dersiniz, ahlak merkezli bir dindarlık dersiniz. Haramdan
sakınma anlamında takvayı dışta bırakıp dini ibadetlerle eşitleyerek dünyevileşmeye giriş
yaparsınız. Sonra da görünürlük adına sokakta, çarşıda, pazarda, okulda, resmi binada dine ait her şeyden de vazgeçerek geliştirdiğiniz yeni tutumu sürdürürsünüz. İnsanlık, ahlak
merkezli dindarlık, hakkaniyet gibi kavramlarla dini eşitlersiniz. Bu duruma geldiğinizde
zaten onuncu yıl marşının söylenmesi sizin için bir problem olmaktan çıkmış olur.
Sonuç
Netice itibariyle şu hususu belirtelim. Maksadımız, insanları yargılamak değil,
fikirlerin müzakeresi ve mütalaasıdır. “Akıl ile çelişen ayet olsa reddederim” sözünün slogan
haline dönüştürülmesi kutuplaşmaya yol açar uyarısında bulunmak isteriz. Birlik ve
beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu günlerden geçiyoruz. Kutuplaşmanın içinde asla
değiliz ama “âyet dahi olsa reddederim” diyen tüm söylem ve söylenceleri en gür sesimizle
reddediyoruz.